20 Aralık 2015 Pazar


Romanı değerlendirmenin devamı:

Otobiyografik roman, ülkemizde değeri bilinen bir yazın türü olup olmadığı hala tartışılma konusudur. Bazı eleştirmenler bu türün içtenliğine pek inanmazlar.  Bu yöndeki savunmaları da şöyledir:
 Yazarın kendi kendini anlatması demek, kendini parçalara bölmek, ayırmak,  eserine, usunda kendisinin yansıtabildiği yaşam parçalarını anlatmak demektir.Peki, böyle parçalara ayırmakla bunun kendi yaşamından bir bölüm olduğunu nasıl anlayacağız? Ya, bireysel yaşam parçası değil, toplumsal şuuru, modernizmin, riyanın, yalanın en adi biçimde kurgulandığı bir yazım ortaya çıkarsa, o zaman ne olacak? İşte bu düşünülenin olmaması için şu ölçüyü unutmamak gerekiyor:
Otobiyografik konuda sanat bilgisi edinmek. Bu bilgiden yoksun olan kişiler, bu tür romanı çok zor yazarlar. Bu bir ölçüdür, unutmamak gerekiyor.
Şimdi bu savın  geçerli olduğuna doğru diyelim. Bununla beraber bildiğim ve doğru olduğuna inandığım başka bir şey daha var; o da bugünkü kitap evlerinin raflarını dolduran roman türünün daha çok otobiyografi roman olması.
 Romancı kimliğimle öğrenebildiğim başka bir gerçek de şudur; bir romancının başkasını anlatmada başarılı olması, ancak kendi gözlemleri, kendi birikimi ve kendi deneyimlerinin yardımıyla gerçekleşir. Bunu bir başkasının yönlendirmesiyle gerçekleştirmesi olanaksızdır.
Bugün hepimizin bu yönde bildiği bir gerçek var. O’da günümüzde insan yaşamın tamamını yazmak, romancı da dahil olmak üzere hiç kimse için olanaklı değildir. 
Üstelik bu yaşamın ayrıntılarıyla hatırlanması çok zordur. Dahası hafıza yaşananların hepsini anımsayarak şuurumuza “bunu yaz” diye dikte edemez. O anki ruhsal yapımıza göre ancak içinden seçmeler yapabilir. Aradan geçen zaman içinde silinen kayda değer ayrıntılar olacaktır muhakkak. İşte bu yok olan değerleri de, hayallerimiz doldurur. Bu nedenle kişi gördüğü ya da yaşadığı bir olayı, başkasına bütün ayrıntısıyla sıcağı sıcağına hikaye etmek istediğinde hafızasının kekelediği bölümlerde, hayallerini yardıma çağırmak zorundadır. Ondan faydalanır. Çünkü o kaybı doldu-rabilecek en büyük etmen başkasının hayalinden çok kendisinin   hayalidir…Otobiyografi türü yazarken bunu hiç unutmamak gerekir.
Şimdi biraz da romanla insan ruhu ve toplum arasındaki ilişkilere göz atalım:
 Romanın toplumu ilgilendirme biçimiyle en çok İlahiyatçılar, hukukçular, edebiyatçılar, estetikçiler, ruh bilimcileri ve sosyologlar ilgilenirler. Onun da ötesinde bu yönde fikir üreten herkes kendisini ilgilendiren konunun önemli olduğu savından hareket etmeye çalışır. Hatta bu yönde karşısındakiyle atışıp/kakışmaktan bile geri kalmaz. Bunlar daha çok romanın farklı zamanda izleyicisi durumunda olan kişilerdir. Bunlar oldukça fanatiktilerZaman zaman  aralarında sanat ve ahlak kavramındaki düşüncelerini haklı çıkarmak nedeniyle tartışıp mahkemelere/savcılıklara düşenler bile olur. BU hal mantığımızın onaylayacağı bir davranış değildir. Sonuçta hiç umulmadık cezalar alanlar olur. Oysa mahkemelerin bu yönde bir karar vermesi çok zor, o oranda da verilen cezalar da anlamsızdır. Çünkü onları ceza veren yargıçların, güzel sanatlar hakkında hiçbir ilgilisi ve birikimi yoktur. 
Eğer bu birikim olmuş olsaydı, en basitinden çok yakınlarında olan (en basitinden bir müzeyi gezip konu hakkında bilgi edinmiş olsalardı sanat ve onu kuşatan ahlak biliminin nasıl olduğunu seçebilirler, böylesi estetik yöndeki bir davada hiç istenmeyen kararlar almazlardı.
Dolayısıyla bu yönde öylesine karmaşık, adeta çözümlenmek istenmeyip ötelenip duran bir sorunlar yumağı mevcuttur. Bu sorun sadece mevcut meslek sahiplerinin değil, sanatçıların da ortak sorunu olarak algılanıp, çözümüne uğraşılmalıdır.  Maalesef böyle bir çalışma olmadı. Hatta ortak bir fikir bile yürütülmedi. Herkes kendi düşüncesini doğru saydı. Eğer yöneticilerin ve bireyin sanata bakış açıları olumlu olup bu yönde birikimleri bulunsaydı, romanın toplumun ortak bağlarını güçlendiren,  bir yazım türü olduğu savunulur, toplum geleneklerini adeta yok sayan bir anarşi faktörü olduğu söylenmezdi...Dolayısıyla ahlaki olmasa bile sosyolojik roman teması aşağıda gösterilen örnekteki gibi okuyucuya sunulmazdı.Örneğin:
 Birçok romanın konusu; evinden ayrılmasına  izin bile  verilmeyen erişkin bir kızın, nasıl gizli bir aşk yaşadığı, sonucunda da dokuz aylık hamileliğinin nasıl gerçekleştiği konusu normal bir olaymış gibi işlenip reklam yapılmazdı.
Macera romanı, aşk romanı gibi yazımlar çok zaman zina işleyen kadını anlatırlar. Bu tür anlatımların, “kişi duygusunu, yaptığına karşı savunma düşüncesine yönlendirir. Bu durum olması istenilen toplum düzenine karşı, neredeyse düzensizliği savunup, onun yanında yer aldığı fikrine dönüştüğümü ileri çıkarır. En kötüsü de insanlara ruh zayıflığını öğretiyor.” Denilen düşünceler bir roman şahaseriymiş gibi gösterilmezdi. Bu tür yazımlar ve düşünceler, edebi yönden yoksun, fakir ve hatta yeterli birikimi olmayan sanat kişisinin marazi düşüncelerinden başka bir şey değildir. Ruh analiz ve iç sorgulama olmadıkça konuyu ne kadar iğrençliğe bulandırsan da roma olarak hiç anlamı olmaz... Bana kalırsa İNSAN NE İSE ROMAN DA ODUR! Derim. Eğer onun yansıtılması okuyanda tiksinti ya da utanç yaratıyorsa, kabahat onu yansıtılması sağlayan aynada değil, o aynayı kişilerin yüzüne yanlış tutanlardadır demek daha mantıklı bir sözdür.
Kısacası, Aşk bir tutkudur! Bunu yaşayanlar birbirlerini ölürcesine istiyorlar. Peki, bu olguda inkar götüren ne var? Ben bir neden bulamıyorum. O zaman böylesi bir olayda sorunu, ruh zayıflığı diye değerlendirenler düşünsünler. Romancılar (hangi türde olursa olsun) ve okuyucular değil!
Aslında şunu da söylemek mümkün; bu iddiaları savunanların karşısında, toplum sessiz kalıp, savunma gereği bile duymamıştır. Çünkü “Aşk, kadın erkek herkesin yaşayabileceği anlamlı bir duygu yoğunluğudur, ne birey ne de toplum tarafından savunulmaya   ihtiyacı bile yoktur!” şeklindeki bir yargıdan ötürü bu kanıya varılıp tarafsız kalınmıştı diye düşünüyorum…

Romancının kendisi ile yarattığı kahramanları arasındaki ilişki:

Bütün romanlardaki tipler (karakterler) küçük ya da büyük ölçekte yalancı ve takma isimle tipleşen "romancının kendisinden başkası değildir" denilen kemikleşmiş bir yargı vardır. Bu bir yere kadar doğrudur. Ama romancı ona, gerçekliğin maskesini çok ustaca, yani iğretiliği belli olmayacak biçimde takar, onları en ideal haliyle, (gerçek yaşamdan farkı olmayan biçimiyle) rolleriyle birlikte süsleyip yaratmaya çalışır. Bunun da ötesinde usta romancılar, beyninde her zaman birçok kişinin hünerlerini taşırlar. Bunlar davranıştan tutun da konuşmaya kadar birçok yaşam biçiminden oluşurlar. Ama bunların içinde bir kısmı, kurguya uymadıkları için mevcut yazımda kendine bir ortam bulmadıkları için ortaya çıkmazlar.
-Eğer romancı yaşadığı ortamdan, daha deşik bir semt ya da mahallede yaşasaydı işte o zaman o dışarıda kalıp kendine rol bulamayan karakterlerden biri bu yenilikten yararlanıp, herhangi bir tipleme olarak karşımıza çıkabilirdi. Çünkü romancı içinde barındırdığı her karakterine gönlünden geçen kimliği vererek onlara daha farklı ün kazandırır. Bu da ancak yeni bilinçler ve yeni araştırmalar sonucu ortaya çıkar. Bu birikimler de ancak onun yeni yaşamaya başladığı yerlerde olur.
-Romanlarda realist ölçüde bir tarafsızlık olmasa bile, bu ölçüye yaklaşıldığı oranda tarafsızlık prensibine uyulmuş olunur. Bu ölçüyü daha çok modern romanlarda görmek mümkündür.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder