Teknik konularla birlikte roman hakkında
Genel bir değerlendirme:
Geçen yazının devamı:
Bazı
romancıların, gerçekle asla ilişkileri olmadığı görülür. Kendini düşlerinin
serbest akışına bırakarak, aklımızın algısına zıt, mantığın
reddedeceği kavram ve ne olduğu tam seçilemeyen geniş görüşleri gözler önüne
sererler.
Bugünkü
roman; hakiki ve hayali bir olayın, bilinen analiz ve betimleme ögeleriyle
başından sonuna kadar bilinen roman dili ve üslubu ile hikaye edilmez. Zaman
zaman dil ve üslup başta belirtilen tipinden çok farklı olur. Hatta bugünkü roman, rastgele görüntü ve mekan dekorları içinde, birbirinin sanki
aynısıymış gibi insan maceralarını anlatma da değildir. Mutlaka farklılıkları
vardır ama bunu ayırmak çok zordur.
Açıkça
söylenilmesi gerekirse; bir romanda genel olarak;
-
olay ve dinamizm yeterince olmayabilir,
-
olayın içyüzünü aksettirebilmek için danışıklı dövüş ve tahrik edici yöntemler
de içermeyebilir,
-Ama
ruhi çözümler mutlaka doyurucu boyutta olmalıdır.
-Bir
romanda olayın başı ortası, sonu, gelişme, sona erme bölümleri seçilmeyebilir.
Yeter
ki; hayat akışından kaleme aldığı parçayı bize anlayacağımız biçimde, anlayacağımız dilde aksettirsin.
-Roman
olaylarında gerçeğe uyma şartı aranmadığı gibi, karakterlerin daha önceden
araştırmasının yapılması, özellikleriyle kayıt altında tutulması da önemli değildir.
-Çünkü
hikâye edilenin, yani hikâyenin bağımsız olma durumu söz konusu değildir. Çünkü bazı kısımları
uzun, bazı kısımları da kısa olabilir. Yeter ki romancının, düş âlemiyle
harekete geçen insanlık, büyük bir hayalden zevk alıp, bizleri anlatının
derinliklerine çekebilsin!
İşte
bu sayılan olguları alt alta koyduğumuzda özellikle Batıda bir roman kargaşası
olduğunu söylemek doğrudur. İşte bu kargaşa, romana ait çok şeyin yazılmasında
ama net bir kararın verilmemesinden kaynaklanır.
Bu
durumda roman özürlüdür diyebiliriz. Dolayısıyla, özürlü olanın yerine daha
sağlıklı, daha dinç eserlerin “ben varım diyen” çığlıkları her gün biraz daha
arttığı da görülmektedir. Bunun nedeni modern itenin bir yaşam biçimi olarak benimsenişi,
romanın da bu yaşam biçimine er geç uyacağı kaçınılmazlığıdır. O nedenle
romanın hep geleceğinden çok söz ediliyor.
Peki, bu söz edilen gelecek nasıl olacak? İşte sorun bunun yanıtında! Bunun için gelecek için geçmişte üretilen biçime mi müdahale edeceğiz, yoksa yazım için yepyeni bir hürriyet mi
yaratacağız?
İşte
bütün bunları düşündüğümüzde ve kitap raflarını dolduran romanlara da
baktığımızda böyle düşünmekle, az da olsa hatalı olduğumuzu da düşünmüyor değilim. Ama
konuya bir incelemeci gözüyle baktığımda;
-başlangıçta
ucu zor gösterilmiş kanıtların bile acımadan, hatta yeterince geliştirilme
yöntemine gidilmeden, yani amacına dönük olarak eleştirisi yapılmadan yok
edildiğini, sorgulamalar ve iç analizlerin ise adi bir kavga biçiminden ileriye
taşınamadığını görmemiz zor değildir.
Hepsi böyledir diyemesem bile birçok roman
böyledir. O zaman aklıma eleştirinin doğmatize (zihinde birden bire oluşmak)
bir yöntem olmadığını düşünüyor, gerekli bir ihtiyaçtır diyorum.
Dolayısıyla
bugün romanı yazmadan önce, onun ne olduğunu çok iyi kavramamız gerekiyor. Yani
yapısında var olan sorunu çözmek için, bugünkü yazım örneklerinin hiç olmazsa
belli bir bölümünün öğelerinin ne olduğunu bilmek, yanlışları/doğruları tasnif
ederek, soyut bir roman kavramını ortaya koymalıyız.
Tabii bu durum oldukça zordur. Çünkü bugün
roman yazanlar, kendilerine has bir yaratıcılık oluşturmuşlardır. Ortak bir yaratıcılık
yoktur. Bu nedenle romanların bu yönlü tasnifleri oldukça zordur. Bugün dogmatizmden yana yazılanlara
baktığımızda imge becerisine önem verdiğimizi rahatlıkla görürüz. Bu durum
şu gerçeği ortaya çıkarır. Her kişinin yazma biçimi kendine özeldir.
Roman
cemiyetin aymasıdır!
Romanı
sosyolojik olarak ilk inceleyen ROGER CAİLLAİS’DIR Onun savına göre roman, topluma
karşı bir isyandır. Onun ne olduğunu iyi tarif eder. O nedenle
hangi ülkenin romanına bakarsanız bakın, hepsinin içeriğinde sosyal adalete,
aileye, devlet baskısına, yasaların yetersizliğine, gelenek ve göreneklere,
ahlaki düzene karşı gizli ya da açık olarak bir başkaldırışı görmek mümkündür.
Polisiye,
eşkiya ve psikolojik romanlarda endişe ve korkunun da ötesine geçilip insanı
duyguların aydınlatılmasına, topluma farklı bakan bireyin endişeleri, inkâr ve
öfke vardır. Şimdi birkaç yazarın eserine bu yönde örnek olarak bakalım.
Balzac,
büyük romancıdır. Bireysel fikirleriyle disiplinli bir
toplum ve güçlü bir devletin olmasını savunur. Ama romanına baktığınızda
çizdiği kahramanların bazıları itirafçı, sanki ne yaptığını bilmeyen, adeta kontrol edilemeyecek durumda, öfkeli ve isyancı kişilerdir.
Dostoyeviski; Ortodoks,
Hristiyan Slav birliğinin savunucusu olduğu gibi görünse de, muhafazakar bir yazardır. Bunu her
eserinde görmek fark etmek mümkün. Ama romanlarını karakter olarak şeytan, akılsız, sapık ve
dengesiz insanlara, hatta kaçık kahramanlarla doldurmuştur.
Çehov’
a bakalım:
En
önde “At Hırsızları” eserinde, at
hırsızlığını sosyolojik açıdan kötü bir iş olduğunu açıkça söyler. Ama bunu anlatmanın
kendinin görevi olmadığını, ancak mahkemelerin görevi olduğunu açıklar. Böylece savunması
ile yaptığı işin söylem olarak farklılığını söylemeye çalışır.
Benzer fikirlerin ardından
Roger Çallıas’ sanatın toplumdan ayrıldığını iddia
eder. Üstelik roman zayıflığı teşvik ediyor, gizde kalmış kuruntulu zayıf
iradelerin ortaya çıkmasını körüklüyor.
Hatta ileri gidip kötülüğün en küçük ayrıntılarını gözler önüne
serebiliyor. Keskin bir davranış kazandığında ise ya ihtiras ya da şiddet
sıçramaları yaratıyor, diyor roman için…
Oysa
felsefe ve psikolojiyi de anlatma sisteminin içine alan roman,
-çarpık veya doğru,
-çatlak
veya düzgün,
-Güzel
veya çirkin gibi fikir tezatlarını aydınlatmakla, birey
ruhunun aynası olduğu kadar, toplumun da aynası olduğunu savunur. O nedenle, romanın toplumdan ayrı
düşünülmesi söz konusu olamaz. Bilakis roman, tanık olduğu süreçte çözülüş halinde olan toplumların
birey çıkarıcılığına dönüştüğünü gösteriyorsa, tüm sosyologların örnek
alabilecekleri bir oluşum oluşuyor şüphesini ortaya çıkarır.
Bunu
bilmesi ve görmesi gerekir roman yazarlarının. En başta ülkemizde bugün yaşanan
toplumsal çalkantılar, sosyologlarla beraber romancıların incelemeleri gereken
en öncelikli konudur.
Çünkü
bu olayların nedenini sosyal ilişkilerin bir aynası olan romanda değil,
toplumların bünyelerinde geçirdikleri sosyal zafiyet üretimlerinde aramak
gerekir. Konu gereği bu sosyal zafiyetin ortaya çıkarılması da, gerçekçi
romancıların işidir.
Aslında
romana konu olacak böylesi bir çöküşün nedenini birazda fertler arasındaki
bağın, sevgiden çok mekaniksel algının yer almasına bağlamak gerekiyor. Bu durum daha çok libarizm anlayışın ortaya
çıkardığı bireysel azınlığın istemidir. Bu istem, toplumun hatta bireyin
merkezini,bireye bağlayan, dolaysıyla parçalayıcı dünya görüşüdür. Bu görüş
hürriyeti her türlü siyasi, iktisadi, cinsi, ruhi ve ahlaki serkeşliğin geçerli
bir mazereti biçiminde algılar. Zaten bağlılık tutkalı da kopmuştur insanların… Toplumsal bağı kayboldukça
yalnızlığa itilen insan, bir ucu yabaniliğe bağlı benliğinin ihtirasıyla
ayaklanacağı kaçınılmazdır.
Yaklaşık
bir asırdan beri romanı insanın, adeta bir hayvanın bakıcısı görünümündeki
cemiyete karşı, isyanını ve mücadelesini sürdürdüğünü yazar.
Bu
tutarsızlık olduğu sürece de aynı düşünce devam edecektir. Ama dikkat edilecek
bir durum söz konusudur. O da bu mücadelede bireyin içgüdü, tutkusu ve hamleleri
kadar, toplumun da karşı duruşlarının ortaya çıktığı görülür.
Kısaca
söylemek gerekirse, romanın ya da romancının böyle bir kavgada tarafsız
durması, duygusuzluğundan değil, mevcut olan belgeleri hırpalamamak için
gösterdiği zorunlu titizliktendir. Böylece ilmin
objektif soğukkanlılığını takınmaya çalışır. Ne var ki roman denilen kavram bu birikimle tarafsızlığını sürdüremez. Çünkü ortada bir liberal görüş mevcuttur. Dolaylı
olarak da olsa kendini bu görüşe mutlaka kaptırır. Dolayısıyla toplum ve onu oluşturan
birey neyse, roman denilen kavram da odur.
Devamı var
***
Devamı var
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder