6 Aralık 2015 Pazar



Teknik konularla birlikte roman hakkında
Genel bir değerlendirme:

Geçen yazının devamı:
Bazı romancıların, gerçekle asla ilişkileri olmadığı görülür. Kendini düşlerinin serbest akışına bırakarak, aklımızın algısına zıt, mantığın reddedeceği kavram ve ne olduğu tam seçilemeyen geniş görüşleri gözler önüne sererler.
Bugünkü roman; hakiki ve hayali bir olayın, bilinen analiz ve  betimleme ögeleriyle başından sonuna kadar bilinen roman dili ve üslubu  ile hikaye edilmez. Zaman zaman dil ve üslup başta belirtilen tipinden çok farklı olur. Hatta bugünkü roman, rastgele görüntü ve mekan dekorları içinde, birbirinin sanki aynısıymış gibi insan maceralarını anlatma da değildir. Mutlaka farklılıkları vardır ama bunu ayırmak çok zordur.
Açıkça söylenilmesi gerekirse; bir romanda genel olarak;
- olay ve dinamizm yeterince olmayabilir,
- olayın içyüzünü aksettirebilmek için danışıklı dövüş ve tahrik edici yöntemler de içermeyebilir,
-Ama ruhi çözümler mutlaka doyurucu boyutta olmalıdır.
-Bir romanda olayın başı ortası, sonu, gelişme, sona erme bölümleri seçilmeyebilir.
Yeter ki; hayat akışından kaleme aldığı parçayı bize anlayacağımız biçimde, anlayacağımız dilde aksettirsin.
-Roman olaylarında gerçeğe uyma şartı aranmadığı gibi, karakterlerin daha önceden araştırmasının yapılması, özellikleriyle kayıt altında tutulması da önemli değildir.
-Çünkü hikâye edilenin, yani hikâyenin bağımsız olma durumu söz konusu değildir. Çünkü bazı kısımları uzun, bazı kısımları da kısa olabilir. Yeter ki romancının, düş âlemiyle harekete geçen insanlık, büyük bir hayalden zevk alıp, bizleri anlatının derinliklerine çekebilsin!
İşte bu sayılan olguları alt alta koyduğumuzda özellikle Batıda bir roman kargaşası olduğunu söylemek doğrudur. İşte bu kargaşa, romana ait çok şeyin yazılmasında ama net bir kararın verilmemesinden kaynaklanır.
Bu durumda roman özürlüdür diyebiliriz. Dolayısıyla, özürlü olanın yerine daha sağlıklı, daha dinç eserlerin “ben varım diyen” çığlıkları her gün biraz daha arttığı da görülmektedir. Bunun nedeni modern itenin bir yaşam biçimi olarak benimsenişi, romanın da bu yaşam biçimine er geç uyacağı kaçınılmazlığıdır. O nedenle romanın hep geleceğinden çok söz ediliyor.
  Peki, bu söz edilen gelecek nasıl olacak? İşte sorun bunun yanıtında! Bunun için gelecek için geçmişte üretilen biçime mi müdahale edeceğiz, yoksa yazım için yepyeni bir hürriyet mi yaratacağız?
İşte bütün bunları düşündüğümüzde ve kitap raflarını dolduran romanlara da baktığımızda böyle düşünmekle, az da olsa hatalı olduğumuzu da düşünmüyor değilim. Ama konuya bir incelemeci gözüyle baktığımda;
 -başlangıçta ucu zor gösterilmiş kanıtların bile acımadan, hatta yeterince geliştirilme yöntemine gidilmeden, yani amacına dönük olarak eleştirisi yapılmadan yok edildiğini, sorgulamalar ve iç analizlerin ise adi bir kavga biçiminden ileriye taşınamadığını görmemiz zor değildir.
 Hepsi böyledir diyemesem bile birçok roman böyledir. O zaman aklıma eleştirinin doğmatize (zihinde birden bire oluşmak) bir yöntem olmadığını düşünüyor, gerekli bir ihtiyaçtır diyorum.
Dolayısıyla bugün romanı yazmadan önce, onun ne olduğunu çok iyi kavramamız gerekiyor. Yani yapısında var olan sorunu çözmek için, bugünkü yazım örneklerinin hiç olmazsa belli bir bölümünün öğelerinin ne olduğunu bilmek, yanlışları/doğruları tasnif ederek, soyut bir roman kavramını ortaya koymalıyız.
 Tabii bu durum oldukça zordur. Çünkü bugün roman yazanlar, kendilerine has bir yaratıcılık oluşturmuşlardır. Ortak bir yaratıcılık yoktur. Bu nedenle romanların bu yönlü tasnifleri oldukça zordur. Bugün dogmatizmden yana yazılanlara baktığımızda imge becerisine önem verdiğimizi rahatlıkla görürüz. Bu durum şu gerçeği ortaya çıkarır. Her kişinin yazma biçimi kendine özeldir.
Roman cemiyetin aymasıdır!
Romanı sosyolojik olarak ilk inceleyen ROGER CAİLLAİS’DIR Onun savına göre roman, topluma karşı bir isyandır. Onun ne olduğunu iyi tarif eder.  O nedenle hangi ülkenin romanına bakarsanız bakın, hepsinin içeriğinde sosyal adalete, aileye, devlet baskısına, yasaların yetersizliğine, gelenek ve göreneklere, ahlaki düzene karşı gizli ya da açık olarak bir başkaldırışı görmek mümkündür.
Polisiye, eşkiya ve psikolojik romanlarda endişe ve korkunun da ötesine geçilip insanı duyguların aydınlatılmasına, topluma farklı bakan bireyin endişeleri, inkâr ve öfke vardır. Şimdi birkaç yazarın eserine bu yönde örnek olarak bakalım.
Balzac, büyük romancıdır. Bireysel fikirleriyle disiplinli bir toplum ve güçlü bir devletin olmasını savunur. Ama romanına baktığınızda çizdiği kahramanların bazıları itirafçı, sanki ne yaptığını bilmeyen, adeta kontrol edilemeyecek durumda, öfkeli ve isyancı kişilerdir.
Dostoyeviski; Ortodoks, Hristiyan Slav birliğinin savunucusu olduğu gibi  görünse de, muhafazakar bir yazardır. Bunu her eserinde görmek fark etmek mümkün. Ama romanlarını karakter olarak şeytan, akılsız, sapık ve dengesiz insanlara, hatta kaçık kahramanlarla doldurmuştur.
Çehov’ a bakalım: En önde “At Hırsızları” eserinde, at hırsızlığını sosyolojik açıdan kötü bir iş olduğunu açıkça söyler. Ama bunu anlatmanın kendinin görevi olmadığını, ancak mahkemelerin görevi olduğunu açıklar. Böylece savunması ile yaptığı işin söylem olarak farklılığını söylemeye çalışır.
Benzer fikirlerin ardından Roger Çallıas’ sanatın toplumdan ayrıldığını iddia eder. Üstelik roman zayıflığı teşvik ediyor, gizde kalmış kuruntulu zayıf iradelerin ortaya çıkmasını körüklüyor.  Hatta ileri gidip kötülüğün en küçük ayrıntılarını gözler önüne serebiliyor. Keskin bir davranış kazandığında ise ya ihtiras ya da şiddet sıçramaları yaratıyor, diyor roman için…
Oysa felsefe ve psikolojiyi de anlatma sisteminin içine alan roman,
-çarpık veya doğru,
-çatlak veya düzgün,
-Güzel veya çirkin gibi fikir tezatlarını aydınlatmakla, birey ruhunun aynası olduğu kadar, toplumun da aynası olduğunu savunur.  O nedenle, romanın toplumdan ayrı düşünülmesi söz konusu olamaz. Bilakis roman, tanık olduğu süreçte çözülüş halinde olan toplumların birey çıkarıcılığına dönüştüğünü gösteriyorsa, tüm sosyologların örnek alabilecekleri bir oluşum oluşuyor şüphesini ortaya çıkarır.
Bunu bilmesi ve görmesi gerekir roman yazarlarının. En başta ülkemizde bugün yaşanan toplumsal çalkantılar, sosyologlarla beraber romancıların incelemeleri gereken en öncelikli konudur.
Çünkü bu olayların nedenini sosyal ilişkilerin bir aynası olan romanda değil, toplumların bünyelerinde geçirdikleri sosyal zafiyet üretimlerinde aramak gerekir. Konu gereği bu sosyal zafiyetin ortaya çıkarılması da, gerçekçi romancıların işidir.
Aslında romana konu olacak böylesi bir çöküşün nedenini birazda fertler arasındaki bağın, sevgiden çok mekaniksel algının yer almasına bağlamak gerekiyor.  Bu durum daha çok libarizm anlayışın ortaya çıkardığı bireysel azınlığın istemidir. Bu istem, toplumun hatta bireyin merkezini,bireye bağlayan, dolaysıyla parçalayıcı dünya görüşüdür. Bu görüş hürriyeti her türlü siyasi, iktisadi, cinsi, ruhi ve ahlaki serkeşliğin geçerli bir mazereti biçiminde algılar. Zaten bağlılık tutkalı da kopmuştur insanların… Toplumsal bağı kayboldukça yalnızlığa itilen insan, bir ucu yabaniliğe bağlı benliğinin ihtirasıyla ayaklanacağı kaçınılmazdır.
Yaklaşık bir asırdan beri romanı insanın, adeta bir hayvanın bakıcısı görünümündeki cemiyete karşı, isyanını ve mücadelesini sürdürdüğünü yazar.
Bu tutarsızlık olduğu sürece de aynı düşünce devam edecektir. Ama dikkat edilecek bir durum söz konusudur. O da bu mücadelede bireyin içgüdü, tutkusu ve hamleleri kadar, toplumun da karşı duruşlarının ortaya çıktığı görülür.
Kısaca söylemek gerekirse, romanın ya da romancının böyle bir kavgada tarafsız durması, duygusuzluğundan değil, mevcut olan belgeleri hırpalamamak için gösterdiği zorunlu titizliktendir. Böylece ilmin objektif soğukkanlılığını takınmaya çalışır. Ne var ki roman denilen kavram bu birikimle tarafsızlığını sürdüremez. Çünkü ortada bir liberal görüş mevcuttur. Dolaylı olarak da olsa kendini bu görüşe mutlaka kaptırır. Dolayısıyla toplum ve onu oluşturan birey neyse, roman denilen kavram da odur.

Devamı var

***


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder