roman hakkında genel değerlendirmenin devamı:
Romanın tekniği:
Roman yazmanın tekniği olmadığını
savunanlarla, olduğunu savunalar arasında bir yoruma girmeden önce, aramızda
terminolojik bir anlaşma sağlamamız gerekir. Bunu da şu soruyla gerçekleştiririz.
Roman tekniğinden ne
anlıyoruz?
ÖNEMLİ!!!
Eğer roman tekniğinden kasıt, bir mimari
eser gibi inşa edilmeden, en küçük değişikliği içine alan bir plan ise, böyle
bir plan romanın oluşum yapısına aykırıdır. Çünkü mimari eser zamanın dışındadır. Yani bütün parçaları kendini
seyredene anında bir tabloyu izler gibi bilgi verir. Dolayısıyla bunu görmek ve
anlamak için zamana gereksinim yoktur.
Çünkü mimar, eserini bütünü ve teferruatıyla birlikte daha önceden
tasarlar. Dolayısıyla detaylarlar arasında sıkı ilişkiler vardır. Yani
matematiksel oranlar söz konusudur. O nedenle yapılmış bina zaman içinde oluşmaz.
Ama romanda hayat ve
onun akışı için zorunlu bir zamana ihtiyaç vardır.
O nedenle roman bir anda okunmaz.
Parçaları bütünüyle bir anda kavranmaz. Bu durum inorganik yani suni
mekân içinde topyekûn oturmuş, bir kerede olup bitmiş bir madde, genişlik
ve darlık sistemiyle zamana tabi hayat arasındaki farktır daha çok.
Yani
romanın hayatı başından sonuna kadar bir oluş halidir.
Onun yaratılması hayatın kendisi gibi zamana bağlı
olduğu kadar, önceden düşünülemeyen ve daha çok da rastlantıya dayanan
olayların oluşumu etkiler.
Bir
roman yazılmadan önce, gerçekleşmesi için sayısız olanaklar arasından, sadece
konusuna esas olan temaları tasarlamak olanağı verir yazara. Onun için roman içeriği nedeniyle bütün
şanslarını ve olanaklarını yazılmadan önce bir plana göre gerçekleştirdiğinden
hürriyetini kaybetmiş sayılır. Bu nedenle roman, yaşamı bir kalıp haline
getirerek sunileştirir.
Zaten
böyle olması da çok doğaldır. Çünkü roman gerçeğin ta kendisini anlatmaz, onun
benzer bir biçimi anlatır. O nedenle bu biçimi oluşturan roman yazmanın bir
tekniği olduğunu kabul etmek zorunluluğu vardır.
Bu
sava şöyle bir açıklık getirmek de mümkün:
Romanın
yaşamı, aynen bir araba gibi otoyolda gitmekle beraber,
ancak romancının kurguladığı bir sona doğru gider. Ne var ki bu gidiş de
kesin değildir; yaşam gibi bazen sona ulaşmadan belirsiz bir, hiç umut
edilmedik biçimde neticelenebilir. İşte
bu netice, durum ne olursa olsun romanın sonudur.
Hayatın
başlangıcıyla sonucu arasındaki kılgısal dönüşümleri izleyen roman, yazılırken
kendisine tanınan sonsuz olanaklar ve kendine has hukukuyla tam özgür bir
anlatım olmasa bile, yine de özgür bir
yazım sayılır. Yani hayatın bütününü değil, sadece kurguyla seçilen bölümlerini
ele alıp yazar.
Çünkü roman yazımı biçem
bakımından bazı ölçülere bağlı kalmak zorundadır. Aksi halde kısa olması
gereken yerler uzun, uzun olması gereken yerler kısa, hatta olay, hareket,
diyalog, analiz ve betimleme gibi olgular yaratılamaz.
Böyle olunca hayatın akışına aykırı bir
gelişme yaratılmış olur. O nedenle
roman yazım tekniklerine uymak zorundadır.
Romanda
konu, teknik ve üslup:
Bir
romancı eserini oluştururken, edindiği deneyimler ve uğraş, bir romana konu
olacak kadar önemli ilgi çekicidir? Ne yazık ki bugüne kadar bir romanın
yazılış hikâyesi (nasıl yazıldığı,
yazılma anında yaşanılanlar) bir romana konu yapılmamıştır. Eğer bu olanaklı
olsaydı, yazarın çabalarının, sıkıntıların ve sevinçlerin ne olduğu açıkça ortaya
çıkardı.
Bir romancı özellikle
de başkahramanın kim olacağı, nasıl bir yaşam sergileyeceği hususu her yazarın ilk
baş ağrısıdır. Hem de öyle bir baş ağrısı ki bu;
onu hedeflerine ulaştırıp, engelleri aşırana kadar, onun adına çektiği işkenceler,
duyduğu zevkler ve tutkuları gerçekten görülmeye, uzun uzun anlatılmaya değer
büyük bir macera, o oranda da katlanılması zor bir eziyettir.
Bu
eziyet daha tema seçiminde başlar…
Bir sinema operatörü
düşünelim. Her gün iş bitene kadar gördüğü manzaraların ve olay kahramanlarının
sadece resmini çeker. Bu olay günler boyu böyle devam eder ve operatörün
deposunda yüzlerce film makarası oluşur. Ama film henüz oluşmamıştır. Çünkü çektiği
bu filmlerden konuyu bütünleştirmek için parçalar kesip, birbirine eklemek,
suretiyle olaylar, vakalar ve karakterle bütünlük sağlaması gerekir. İşte böyle
bir film yaratmak için ne yapacaktır?
Filme çektiği o yüzlerce metre ve aralarında
konu tutarlılığı olan/olmayan onca sahneyi, perdeye istediği gibi aksettirebilmek
için baştan sona yeniden seyretmesi gerekir. Sonra da düşündüğü sahneleri
oluşturmak için bu makaralardan seçmeler yapacaktır. Ne var ki böyle bir çalışmayı
yapmak oldukça zor bir iştir. Çünkü filme çekilmiş milyonlarca sahnenin kargaşası
içinde- aranılan asıl yerin- neresi değerlidir, ya da nesri değersizdir diye
bir değer sıralama yapması zorunluluğu vardır. Çünkü markalarca ekilmiş film
içinde böylesine sıralanmış, sıraya dizilmiş bir çalışma yoktur. Üstelik
bunların hangilerini seçmek gerektiğini gösteren en küçük bir estetik ve teknik
ölçü de yoktur… Ama böyle olsa da elinde bir depo dolusu filmi olduğu için romancıya
göre şanslıdır.
Şimdi
bir de dönüp romancıyı bakalım. Onun böyle hazır bir seçme yapma lüksü olmadığı
için sinema operatörden daha kötü şartlarda işe başlar. Bir kere yaşamdan
kazandığı, (roman hakkında) her türlü birikim hafızasında aynen film deki gibi
depo edilmemiştir. Üstelik bunlardan birçoğunun zamanla kaybolup/ beyinden
silindiği de belli değildir. İşte böyle hatırlanması bile şansa bağlı en küçük
bir kırıntıdan fayda-lanmak bile romancının iradesini aşabilir. Üstelik bu
unutulanlar çok uğraşsak da anımsanmazlar, ancak istedikleri zaman akla gelip,
istedikleri zaman da akıldan kaybolurlar.
Operatörün
görüntülerinde nasıl olayların göze hoş gelen yönleri tespit edilip ortaya
konuluyorsa, romancının da hafızasına işlenen intibaları, anıları, ruh
kırıntıları, sayısız heyecan ve fikir tortuları vardır. Bunlar da hatırlanmak ister.
Ne yazık ki asıl ortaya çıkarılmak istenilen bununla da sınırlı değildir; zira yazar yazıya gözlem ve hayalini de
eklenmesi gerekir. Daha cesurca söylersek gözlemle hayal edilen birleşecektir.
(Anlatı ancak öyle canlanır)
İşte yazılanlardan
sizinde okuduğunuz gibi, romancı daha baştan birçok sorunla karşı karşıyadır.
Bunları aşabilmek için şu sorular hemen akla düşer:
-Romancının
anlatısında daha çok gezi- gözlem mi, yoksa hayal gücü mü hâkim olacaktır.
-Diyelim ki gözlem
hâkim oldu. O zaman romancı kendi yaşamından mı, yoksa başkasının yaşamından mı
olayları yaratıp aktaracaktır?
-Eğer ikisini
birleştirecekse, bu birleşmenin yazın adına ölçüsü ne olacaktır?
-Şimdi tersini
düşünelim; yani hayal gücü hâkim olacaksa, gözlem ölçüleri tespit edilmiş bir
sınır olacak mı? Olacaksa nasıl ne
ölçüde olacak?
-Romancı, roman kahramanlarını
kendisinden ayıran düşünce eşiğini nasıl sezdirecek, kendisini o düşüncelerin
arasında nasıl gizleyecek?
-Eğer romancı
kendinden başka insanları anlatmak isterse, bunu kendine benzetmeden anlatma
şansı var mı? Varsa ölçüsü ne?
-Analizine uğraştığı
böylesi zorlu ayrıntıların kargaşalığından hangilerini, hangi ölçüye dayanarak seçecek?
Aslında her roman yasasında,
büyük olayların geçmesini, onları dış görünüm ve ruhsal açıdan yorumlanmasını,
tahlilini ister. Büyük aşklar, özentili evlenmeler, ayrılmalar, hasretler,
cinayetler ve pişmanlık gibi konularla yazılan her roman mutlaka böyle bir
niyet taşır…
Bunlar
yaşamdan esinlenmeden, kurgu biçiminde de olabilirler. Çok araştırmış çok
okumuş insanın kurguda sıkıntısı yoktur. En basiti şu an içinde oturduğumuz oda
bile, düşünmesini bilen bir romancı için, adeta olay kaynayan bir kurgu denizinden
farksızdır. Hatta hareketsiz duran vücudumuzu yönlendirmeye çalışan beynimiz
bile, kim bilir hangi gizli anafor ve iç duyumsamalarla dolu doludur? İşte
bütün bunlar yazmak için önemli birer kaynaktır.
Benim
roman anlayışıma göre; beynimizdeki o oturup duran adam, odanın açık olan
penceresini kapamak için, yerinden kalkıp üç adım atıp pencereyi kapıyor. İşte
bu üç adımla geçen saniyelik yaşam parçası bile, güzel bir roman teması olmaya
tartışılmaz bir adaydır. Böyle bir hareketi yazmaya şöyle bir soruyla
başlayabiliriz; bu adam pencereyi neden kapatıyor?
Şimdi
sorunun yanıtında yatan ayrıntılarına girelim.
-Adam
hasta olmamak için pencereyi kapatıyor olabilir. Zira hasta olmak korkusu edebi
değeri en yüksek olan romanların teması olan ölüm korkusun da bile vardır. Bu
korkuyu sağlayan bağlar, ya da değişik ilgiler, aklımıza yığın yığın kötü olayların
gelmesine/yaşanmasına neden olabilir. Bu durum en az bir roman kitabının
oluşması için yeterli kaynaktır... İşte size göz açıp kapayana kadar geçen bir
süreçte oluşan üç sessiz adımın hatırlattığı bir yazın belgesi…
Hatta
o kısa süre içinde silahlar patlayıp, sayısız insan ölebilir… Yahut romanın kahramanı
pencereden atlayarak intihar edebilir. İşte gördünüz “Az” denilebilecek o zaman
parçası içinde yazacağımız kitap, çok ilgi çekip çevrenizdeki herkesi şaşırtan
önemli bir roman olabilir.
-Romanlarda yansıtılan
bilgi içeriğinin okuyanda sıkıntı ve bıkkınlık vermesi, roman kompozisyonun
yanlış anlatıyla yazılması ve vurguların gereksiz yerlerde yapılmasıyla oluşur.
Burada kusur sadece yazılan bilgi içeriğinde
değil, onun yanlış seçiminde ve uygulama yanlışlarının yapılmasındadır. Bu
seçimi yapmak amatör romancılar için zordur. Çünkü yazmak istedikleri o kadar
çok bilgileri vardır ki; içinden seçtikleri konuya yakışanı bulmakta oldukça zorlanırlar.
Günlük
bir yaşamı yazabilmek de romancı için önemlidir. Ya da romancının asıl isteği
doğrultuda eserini yaratmak istemesi, onun beynini zorladığı gibi, seçilen konuların
sık sık değişmesine de neden olabilir. O nedenle romancı başlarda hep kendisinden,
yaptıklarından kuşkuludur.
Bu yönde Andre
Gidenin örnekleri çok güzeldir. Şimdi bu örneği inceleyelim.
“Mesela”
diyor GİDE;
Dostoyevski,
“Sokakta küçük bir çocuğun elinden tutmuş
yanında karısı olmayan bir adam görse, hemen bir dram düşünür. Farz edin ki bu
çocuğun annesi ölmüş olsun. Adam bütün hafta çalışır, yavrucak ise ihtiyar
zavallı bir kadının elinde hırpalanır. Bir apartmanın bodrum katında yaşarlar.
O gün pazardır. Adam çocuğu ölen karısının kız kardeşine götürüyor.
Dostoyevski,
romanda çok rolü olmayan bu teyzenin, “küçük bir subayla evlenmiş olmasını istiyorum.”
diyor. Peki, neden? Diye sorduklarında, yanıtı şu:
“Çünkü bir generalle evlendirse,
romanın sefalete dayanan bütün o büyülü örgü sistemi temelden yıkılacaktır.
Romancı romanındaki kadınları ne onların, ne de kendi beğendiği bir erkekle
evlendirir. Çünkü içinde yaşadığı sürecin sosyolojik hastalığını başka türlü yansıtılamaz.
Dolaysıyla masala kaçmayan her romanın kanunu
yaşamın kanunudur, diyebiliriz.
Ne
var ki bu bilgiler asıl söylenmek istenenleri çözmeye yetmez. Çünkü çocuğu teyzesine
götüren bu işçinin yolda gördükleri, içten içe düşündükleri o an yaşamının
içinde olan bütün olup bitenler, yani tasarı, fikir, heyecan, davranış ve ruh
biçimlerini hangi ölçümlere göre seçeceğiz?
İşte
bütün bu sayılan etmenler romanın içinde geçecektir. Bu etmenlerin her birinin oluşumunda, romancının
şuuru olmasa bile, ruhunun dipleri mutlaka büyük işkence çekecektir. Bunları
yaratmak pek kolay iş değildir.
Zaten bunun için “Romacılar yalnız yaşar” deyimini
kullanırlar. Doğrudur, çünkü yazmanın
özüne sahip bir romancı, kendi kendini analiz nedeniyle, yaratma anının gizli
dramını yaşamak becerisini de sahiptir. Bu durum sıradan bir insana göre önemli
bir işkence olabilir. Ama yazan kişi için büyük bir sermayedir.
Çok
zaman ilham derler ama ben yazma diye tarif ettiğim düşünce içinize düştüğünde,
kabaca bir planlamaya bile gerek görmeden yazmaya çalışanlar, romanda amatör düşünenlerdir.
Ama bu kişiler, daha çok yazmak için yaşadıklarının en önemli bölümünü
seçerler… Ne ki bunun hiç sorgulamasını yapmazlar. Acaba kurguladıkları hikâye
bir roman olmaya elverişli midir? Diye düşünemezler bile. Eğer buna gerek
duysalardı planlarını yazım açısından her yönüyle açıklığa kavuşturur öyle
yazarlardı.
Ben
her zaman söylerim; her insanın yaşamında
mutlaka roman olabilecek çok güzel anıları vardır, diye. Eğer bu yazılacak konular inandırmaya
yetecek bir içtenlikle yazılırsa, sanat
değeri yüksek olan güzel bir romanlar olabilir. Özellikle de otobiyografik romanlar…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder