14 Aralık 2015 Pazartesi


roman hakkında genel değerlendirmenin devamı:
                          Romanın tekniği:
        Roman yazmanın tekniği olmadığını savunanlarla, olduğunu savunalar arasında bir yoruma girmeden önce, aramızda terminolojik bir anlaşma sağlamamız gerekir. Bunu da şu soruyla gerçekleştiririz.
Roman tekniğinden ne anlıyoruz?
ÖNEMLİ!!!
        Eğer roman tekniğinden kasıt, bir mimari eser gibi inşa edilmeden, en küçük değişikliği içine alan bir plan ise, böyle bir plan romanın oluşum yapısına aykırıdır. Çünkü mimari eser zamanın dışındadır. Yani bütün parçaları kendini seyredene anında bir tabloyu izler gibi bilgi verir. Dolayısıyla bunu görmek ve anlamak için zamana gereksinim yoktur.  Çünkü mimar, eserini bütünü ve teferruatıyla birlikte daha önceden tasarlar. Dolayısıyla detaylarlar arasında sıkı ilişkiler vardır. Yani matematiksel oranlar söz konusudur. O nedenle yapılmış bina zaman içinde oluşmaz.
Ama romanda hayat ve onun akışı için zorunlu bir zamana ihtiyaç vardır. O nedenle roman bir anda okunmaz.  Parçaları bütünüyle bir anda kavranmaz. Bu durum inorganik yani suni mekân içinde topyekûn oturmuş, bir kerede olup bitmiş bir madde, genişlik ve darlık sistemiyle zamana tabi hayat arasındaki farktır daha çok.
Yani romanın hayatı başından sonuna kadar bir oluş halidir.  Onun yaratılması hayatın kendisi gibi zamana bağlı olduğu kadar, önceden düşünülemeyen ve daha çok da rastlantıya dayanan olayların oluşumu etkiler.
Bir roman yazılmadan önce, gerçekleşmesi için sayısız olanaklar arasından, sadece konusuna esas olan temaları tasarlamak olanağı verir yazara.  Onun için roman içeriği nedeniyle bütün şanslarını ve olanaklarını yazılmadan önce bir plana göre gerçekleştirdiğinden hürriyetini kaybetmiş sayılır. Bu nedenle roman, yaşamı bir kalıp haline getirerek sunileştirir.
Zaten böyle olması da çok doğaldır. Çünkü roman gerçeğin ta kendisini anlatmaz, onun benzer bir biçimi anlatır. O nedenle bu biçimi oluşturan roman yazmanın bir tekniği olduğunu kabul etmek zorunluluğu vardır.
Bu sava şöyle bir açıklık getirmek de mümkün: Romanın yaşamı, aynen bir araba gibi otoyolda gitmekle beraber, ancak romancının kurguladığı bir sona doğru gider. Ne var ki bu gidiş de kesin değildir; yaşam gibi bazen sona ulaşmadan belirsiz bir, hiç umut edilmedik biçimde neticelenebilirİşte bu netice, durum ne olursa olsun romanın sonudur.
Hayatın başlangıcıyla sonucu arasındaki kılgısal dönüşümleri izleyen roman, yazılırken kendisine tanınan sonsuz olanaklar ve kendine has hukukuyla tam özgür bir anlatım olmasa bile, yine de özgür bir yazım sayılır. Yani hayatın bütününü değil, sadece kurguyla seçilen bölümlerini ele alıp yazar. 
Çünkü roman yazımı biçem bakımından bazı ölçülere bağlı kalmak zorundadır. Aksi halde kısa olması gereken yerler uzun, uzun olması gereken yerler kısa, hatta olay, hareket, diyalog, analiz ve betimleme gibi olgular yaratılamaz. Böyle olunca hayatın akışına aykırı bir gelişme yaratılmış olur. O nedenle roman yazım tekniklerine uymak zorundadır.

Romanda konu, teknik ve üslup:

Bir romancı eserini oluştururken, edindiği deneyimler ve uğraş, bir romana konu olacak kadar önemli ilgi çekicidir? Ne yazık ki bugüne kadar bir romanın yazılış hikâyesi (nasıl yazıldığı, yazılma anında yaşanılanlar) bir romana konu yapılmamıştır. Eğer bu olanaklı olsaydı, yazarın çabalarının, sıkıntıların ve sevinçlerin ne olduğu açıkça ortaya çıkardı.
Bir romancı özellikle de başkahramanın kim olacağı, nasıl bir yaşam sergileyeceği hususu her yazarın ilk baş ağrısıdır. Hem de öyle bir baş ağrısı ki bu; onu hedeflerine ulaştırıp, engelleri aşırana kadar, onun adına çektiği işkenceler, duyduğu zevkler ve tutkuları gerçekten görülmeye, uzun uzun anlatılmaya değer büyük bir macera, o oranda da katlanılması zor bir eziyettir.
Bu eziyet daha tema seçiminde başlar…
Bir sinema operatörü düşünelim. Her gün iş bitene kadar gördüğü manzaraların ve olay kahramanlarının sadece resmini çeker. Bu olay günler boyu böyle devam eder ve operatörün deposunda yüzlerce film makarası oluşur. Ama film henüz oluşmamıştır. Çünkü çektiği bu filmlerden konuyu bütünleştirmek için parçalar kesip, birbirine eklemek, suretiyle olaylar, vakalar ve karakterle bütünlük sağlaması gerekir. İşte böyle bir film yaratmak için ne yapacaktır?
 Filme çektiği o yüzlerce metre ve aralarında konu tutarlılığı olan/olmayan onca sahneyi, perdeye istediği gibi aksettirebilmek için baştan sona yeniden seyretmesi gerekir. Sonra da düşündüğü sahneleri oluşturmak için bu makaralardan seçmeler yapacaktır. Ne var ki böyle bir çalışmayı yapmak oldukça zor bir iştir. Çünkü filme çekilmiş milyonlarca sahnenin kargaşası içinde- aranılan asıl yerin- neresi değerlidir, ya da nesri değersizdir diye bir değer sıralama yapması zorunluluğu vardır. Çünkü markalarca ekilmiş film içinde böylesine sıralanmış, sıraya dizilmiş bir çalışma yoktur. Üstelik bunların hangilerini seçmek gerektiğini gösteren en küçük bir estetik ve teknik ölçü de yoktur… Ama böyle olsa da elinde bir depo dolusu filmi olduğu için romancıya göre şanslıdır.
Şimdi bir de dönüp romancıyı bakalım. Onun böyle hazır bir seçme yapma lüksü olmadığı için sinema operatörden daha kötü şartlarda işe başlar. Bir kere yaşamdan kazandığı, (roman hakkında) her türlü birikim hafızasında aynen film deki gibi depo edilmemiştir. Üstelik bunlardan birçoğunun zamanla kaybolup/ beyinden silindiği de belli değildir. İşte böyle hatırlanması bile şansa bağlı en küçük bir kırıntıdan fayda-lanmak bile romancının iradesini aşabilir. Üstelik bu unutulanlar çok uğraşsak da anımsanmazlar, ancak istedikleri zaman akla gelip, istedikleri zaman da akıldan kaybolurlar.
Operatörün görüntülerinde nasıl olayların göze hoş gelen yönleri tespit edilip ortaya konuluyorsa, romancının da hafızasına işlenen intibaları, anıları, ruh kırıntıları, sayısız heyecan ve fikir tortuları vardır. Bunlar da hatırlanmak ister. Ne yazık ki asıl ortaya çıkarılmak istenilen bununla da sınırlı değildir;  zira yazar yazıya gözlem ve hayalini de eklenmesi gerekir. Daha cesurca söylersek gözlemle hayal edilen birleşecektir. (Anlatı ancak öyle canlanır)
İşte yazılanlardan sizinde okuduğunuz gibi, romancı daha baştan birçok sorunla karşı karşıyadır. Bunları aşabilmek için şu sorular hemen akla düşer:
-Romancının anlatısında daha çok gezi- gözlem mi, yoksa hayal gücü mü hâkim olacaktır.
-Diyelim ki gözlem hâkim oldu. O zaman romancı kendi yaşamından mı, yoksa başkasının yaşamından mı olayları yaratıp aktaracaktır?
-Eğer ikisini birleştirecekse, bu birleşmenin yazın adına ölçüsü ne olacaktır?
-Şimdi tersini düşünelim; yani hayal gücü hâkim olacaksa, gözlem ölçüleri tespit edilmiş bir sınır olacak mı?  Olacaksa nasıl ne ölçüde olacak?
-Romancı, roman kahramanlarını kendisinden ayıran düşünce eşiğini nasıl sezdirecek, kendisini o düşüncelerin arasında nasıl gizleyecek?
-Eğer romancı kendinden başka insanları anlatmak isterse, bunu kendine benzetmeden anlatma şansı var mı? Varsa ölçüsü ne?
-Analizine uğraştığı böylesi zorlu ayrıntıların kargaşalığından hangilerini, hangi ölçüye dayanarak seçecek?
Aslında her roman yasasında, büyük olayların geçmesini, onları dış görünüm ve ruhsal açıdan yorumlanmasını, tahlilini ister. Büyük aşklar, özentili evlenmeler, ayrılmalar, hasretler, cinayetler ve pişmanlık gibi konularla yazılan her roman mutlaka böyle bir niyet taşır…
Bunlar yaşamdan esinlenmeden, kurgu biçiminde de olabilirler. Çok araştırmış çok okumuş insanın kurguda sıkıntısı yoktur. En basiti şu an içinde oturduğumuz oda bile, düşünmesini bilen bir romancı için, adeta olay kaynayan bir kurgu denizinden farksızdır. Hatta hareketsiz duran vücudumuzu yönlendirmeye çalışan beynimiz bile, kim bilir hangi gizli anafor ve iç duyumsamalarla dolu doludur? İşte bütün bunlar yazmak için önemli birer kaynaktır.
 Benim roman anlayışıma göre; beynimizdeki o oturup duran adam, odanın açık olan penceresini kapamak için, yerinden kalkıp üç adım atıp pencereyi kapıyor. İşte bu üç adımla geçen saniyelik yaşam parçası bile, güzel bir roman teması olmaya tartışılmaz bir adaydır. Böyle bir hareketi yazmaya şöyle bir soruyla başlayabiliriz; bu adam pencereyi neden kapatıyor?
Şimdi sorunun yanıtında yatan ayrıntılarına girelim.
-Adam hasta olmamak için pencereyi kapatıyor olabilir. Zira hasta olmak korkusu edebi değeri en yüksek olan romanların teması olan ölüm korkusun da bile vardır. Bu korkuyu sağlayan bağlar, ya da değişik ilgiler, aklımıza yığın yığın kötü olayların gelmesine/yaşanmasına neden olabilir. Bu durum en az bir roman kitabının oluşması için yeterli kaynaktır... İşte size göz açıp kapayana kadar geçen bir süreçte oluşan üç sessiz adımın hatırlattığı bir yazın belgesi…
Hatta o kısa süre içinde silahlar patlayıp, sayısız insan ölebilir… Yahut romanın kahramanı pencereden atlayarak intihar edebilir. İşte gördünüz “Az” denilebilecek o zaman parçası içinde yazacağımız kitap, çok ilgi çekip çevrenizdeki herkesi şaşırtan önemli bir roman olabilir.
-Romanlarda yansıtılan bilgi içeriğinin okuyanda sıkıntı ve bıkkınlık vermesi, roman kompozisyonun yanlış anlatıyla yazılması ve vurguların gereksiz yerlerde yapılmasıyla oluşur.
Burada kusur sadece yazılan bilgi içeriğinde değil, onun yanlış seçiminde ve uygulama yanlışlarının yapılmasındadır. Bu seçimi yapmak amatör romancılar için zordur. Çünkü yazmak istedikleri o kadar çok bilgileri vardır ki; içinden seçtikleri konuya yakışanı bulmakta oldukça zorlanırlar.
Günlük bir yaşamı yazabilmek de romancı için önemlidir. Ya da romancının asıl isteği doğrultuda eserini yaratmak istemesi, onun beynini zorladığı gibi, seçilen konuların sık sık değişmesine de neden olabilir. O nedenle romancı başlarda hep kendisinden, yaptıklarından kuşkuludur.
 Bu yönde Andre Gidenin örnekleri çok güzeldir. Şimdi bu örneği inceleyelim.
“Mesela” diyor GİDE;
Dostoyevski, “Sokakta küçük bir çocuğun elinden tutmuş yanında karısı olmayan bir adam görse, hemen bir dram düşünür. Farz edin ki bu çocuğun annesi ölmüş olsun. Adam bütün hafta çalışır, yavrucak ise ihtiyar zavallı bir kadının elinde hırpalanır. Bir apartmanın bodrum katında yaşarlar. O gün pazardır. Adam çocuğu ölen karısının kız kardeşine götürüyor.
Dostoyevski, romanda çok rolü olmayan bu teyzenin, “küçük bir subayla evlenmiş olmasını istiyorum.” diyor. Peki, neden? Diye sorduklarında, yanıtı şu:
“Çünkü bir generalle evlendirse, romanın sefalete dayanan bütün o büyülü örgü sistemi temelden yıkılacaktır. Romancı romanındaki kadınları ne onların, ne de kendi beğendiği bir erkekle evlendirir. Çünkü içinde yaşadığı sürecin sosyolojik hastalığını başka türlü yansıtılamaz. Dolaysıyla masala kaçmayan her romanın kanunu yaşamın kanunudur, diyebiliriz.
Ne var ki bu bilgiler asıl söylenmek istenenleri çözmeye yetmez. Çünkü çocuğu teyzesine götüren bu işçinin yolda gördükleri, içten içe düşündükleri o an yaşamının içinde olan bütün olup bitenler, yani tasarı, fikir, heyecan, davranış ve ruh biçimlerini hangi ölçümlere göre seçeceğiz?
İşte bütün bu sayılan etmenler romanın içinde geçecektir.  Bu etmenlerin her birinin oluşumunda, romancının şuuru olmasa bile, ruhunun dipleri mutlaka büyük işkence çekecektir. Bunları yaratmak pek kolay iş değildir.
Zaten bunun için “Romacılar yalnız yaşar” deyimini kullanırlar.  Doğrudur, çünkü yazmanın özüne sahip bir romancı, kendi kendini analiz nedeniyle, yaratma anının gizli dramını yaşamak becerisini de sahiptir. Bu durum sıradan bir insana göre önemli bir işkence olabilir. Ama yazan kişi için büyük bir sermayedir.
Çok zaman ilham derler ama ben yazma diye tarif ettiğim düşünce içinize düştüğünde, kabaca bir planlamaya bile gerek görmeden yazmaya çalışanlar, romanda amatör düşünenlerdir. Ama bu kişiler, daha çok yazmak için yaşadıklarının en önemli bölümünü seçerler… Ne ki bunun hiç sorgulamasını yapmazlar. Acaba kurguladıkları hikâye bir roman olmaya elverişli midir? Diye düşünemezler bile. Eğer buna gerek duysalardı planlarını yazım açısından her yönüyle açıklığa kavuşturur öyle yazarlardı.

Ben her zaman söylerim; her insanın yaşamında mutlaka roman olabilecek çok güzel anıları vardır, diye. Eğer bu yazılacak konular inandırmaya yetecek bir içtenlikle yazılırsa, sanat değeri yüksek olan güzel bir romanlar olabilir. Özellikle de otobiyografik romanlar…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder