23 Kasım 2015 Pazartesi

Romanın doğuşu ve gelişmesi.

ROMANIN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ

 Roman ve yapısı nedeniyle yaptığım bütün araştırmalarda romanın, batı edebiyatında doğmuş ve gelişmiş bir edebiyat dalı olduğu gördüm. Bu sav doğrudur, çünkü sanatın bütün dallarındaki gelişmeler zaten ilk önce batıda doğmuş, orada gelişme olanağı bulmuştur. 
Bu durum batının yaşama bakışıyla orantılıdır biraz da... Çünkü her yenilik batının günlük yaşamına yansımış bir davranış biçimidir.
Örneğin, Batı insanına “Yeryüzü senindir, git onu fethet!” mesajını verir. Orada yaşayan kişi, bu mesajı alır ve hemen uygulama alanına sokar. Rönesans’tan tutun da, bugün alışmaya çalıştığımız Postmodernizme yazım türüne kadar, geçen bu uzun süreçte bilimsel, siyasal ve ekonomik, duygu ve dinsel alanlarda çok büyük çaba sarf etmişler, sonucunda büyük de aşama kaydetmişlerdir.
Bu nedenle modernizm oldukça öne çıkan bir kavramdır, batıda...
Çünkü Moderinizm, (yani ileri görüş) bütün dünya topluluklarına, onların öncülüğünde, çeşitliliği ve her türlü boyutuyla egemen olmuş ve bu egemenliğini de hala sürdürmektedir.
İşte roman, bu modernizmin farklı bir ürünü olarak dünyaya gelmiş, sürekliliğini de hala sürdüren bir edebi türdür.
Dolayısıyla modernizmin MODA sözcüğünden türetildiği söylemeye de sıcak bakabiliriz. Çünkü anlam olarak da “hemen şimdi” manasını taşır. O nedenle konumuz bakımından bu sözcüğün üzerinde durmamız gerekir.
Batı insanı, içinde yaşadığı sürecin her anını kabullenebildiği ölçüsüyle değerlendirmeye çalışır. Bu nedenle de modernizmi de bir yaşam biçimi olarak kabul eder.
Roman yorumcusu aynı zamanda estetik bilgesi TERNER, modernleşmenin temelinde şehircilik vardır.” der. Eğer onun bu savıyla yola çıkarsak, modernleşmenin beraberinde toplu yaşamayı / çoklu insan ilişkilerini / yaşamı kolaylaştırmayı ve yeni teknolojiyi kabul ettiğini de fark etmiş oluruz.
İşte bu gerçek de öne sürülerek, modern çağla birlikte ROMAN İMGESİ (yani zihinde tasarlanan ve gerçekleşmesi özlenen şey-düş, hayal, hülya) VE MODELİ doğmuştur. Bu gerçeğinden ötürü romanı endüstri toplumun en büyük edebi türü olarak değerlendirme olanağımız da doğmuş olur.
Öte yandan romanın doğuş ve gelişimini, MARKİST fikir açısında inceleme eylemine giren LUCAS romanın, “modern hayat/ Endüstri toplumu/ve Pazar ekonomisini analizsi sonucu, Pazar için üretimden doğan, bireyci toplumdaki günlük yaşamın edebi alana nakli olduğunu” söyler.
Bütün bunların yanı sıra, romanın doğuşu ve gelişmesi konusunda, bizde de bir takım sav ve değerlendirme sahipleri olanlar vardır. Bunlardan biri Cemil MERİÇ’TİR.
Cemil Meriç, “ Doğuşundan beri romanın bir ifşa olduğunu” iddia eder ve sözünü şöyle bitirir. “Bir nevi günah çıkarmaya benzeyen eylemdir. Bunun da Hz. İsa’dan beri var olduğunu, bu tespiti batı insanı adına yaptığını, yapılan eylemin yani ifşanın “BİR MÜDAFA SİLAHI OLDUĞUNU” söyler.
Peki, neye karşı müdafaa? Diye sorduğumuzda şöyle yanıt alırız ondan;
“İnsan ruhundaki sıkıntıdan, ya da işlediği bir günahtan arınarak yüreğini rahatlatmak adına!”
Batı adına bu incelemeyi yapmayı görev sayan MERİÇ, Doğu insanında da romana kaynak arama yoluna gider. Ona göre dünyanın en büyük romancısı Japon, MARUJAN-Kİ’DİR. “Bir Gencin Serüveni” adındaki romanını X. Asırda yazmıştır.
Günümüzden 4000 yıl önce Mısırda Papirüs yapraklarına yazılmış romanların olduğu söylenir.
Asya’da romanın adı HİKÂYE diye geçer. Asıl adını 18. Yy. Bin Bir Gece Masallarından aldığı bilgisi de yine Cemil Meriç’in günümüze aktardığı değerli notlarından öğrenmekteyiz.
Fransızlarda, roman diye telaffuz edilen sözcük, İngilizlerde Nowel Osmanlıca da ise, Hamzaname olarak adlandırılır. (Hamzaname: hançere sözlüğüne göre gırtlaktan söylenen harflerle oluşturulan sözcük) Evliya ÇELEBİ de seyahatnamesinde roman sözcüğünü kullanmıştır.
Yunanistan’daki DESTAN ve TRAJEDİLER ile Roma’daki SATİRLERİN (yani kinaye ve eleştirel tarzda yazılmış şiirler) roman olduğu yine günümüze gelen en değerli bilgilerin içindedir.
Hekim oğlu İsmail, romana İslami bir kökenle yer bulmaya çalışır. Ve romanın kökenine Arapçada da rastladığını iddia ederek, şöyle bir soru sorar:
 “Acaba kıssalar romanın çekirdeği değil mi?”
Bildiğiniz gibi kıssa, hikâye anlamı taşır. Kuranda anlatılan geçmiş toplumları ilgilendiren ibret ve öğüt hikâyeleri vardır. Bunların romanın çekirdeğini olduğu söylenir.
Elif Naci de, karşımıza şöyle bir tezle çıkar. “Bir kahramanın anılarını anlatan PKARESK,
“Monteque’nin anılarını anlatan PİSKOLOJİK ANILAR,
Örneğin “Sezar’ın anıları” romanın üç önemli kaynağıdır.” Der.
Foster, Elif Naci’den de ileri giderek, “Romanın gelişme süreci içinde, kendinden önce var olan DESTAN, ROMANEKS, PİKARESK, ÖZ-YAŞAM ÖYKÜLERİ ve SAHNE KOMEDİLERİ gibi türlerden geliştiğini” iddia eder.
Markuez HONDIR, “romanın yalnız bir kaynağı vardır. O da romanesktir” der. Roman aslında kinaye’ye dayanır, ama romaneskte kinaye yoktur.

O nedenle Romanesk okuyucuyu gerçeklerden uzaklaştırırken, roman gerçeklere yönlendirir. Ya da gerçeklerle yüzleştirir.” Şeklinde de savını noktalar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder