22 Kasım 2015 Pazar

“edebiyat daha çok ikna etme gücüdür!”

Bilim dallarının içinde edebiyatın yeri oldukça farklıdır. Çünkü dokusunda daha çok düşsel kavramlar ağırlık taşır. Oysa bir Tarih ya da Tıp bilimlerini incelersek bu şekilde tanımlamamız mümkün değildir. Bu türlerde kavramlar hiç tartışılmayan sonuç ilişkilerine bağlıdır.
Oysa edebiyatta tam zıt anlamda bir değerlendirmenin karşımıza çıktığını görürüz. Çünkü onun verileri üzerinde eleştiri ve tartışma her zaman söz konusudur.
 Bir kaynağın ifadesine göre; “edebiyat verileri yatay diyebileceğimiz bir karşılaştırma / kıyaslama yöntemine tabidir. Bundan kasıt, ele alınan verinin, yabancı ve yerli sunumlarının uzak ve yakın süreçlerindeki yayınlarıyla karşılaştırılması, kıyaslanmasıdır.” Böyle bir karşılaştırmayı tarihte ve Tıp bilimlerinde yapamayız.  Çünkü burada sunduğumuz bilgiler kesin ve karşılaştırmasızdır.
Bu kıyaslama göz önüne alındığında, ortaya konulan edebiyat yapma biçimi;
Yazdıklarımız birey ya da toplumun yüreğini okşuyor, onu heyecanlandırıp, ikna edebiliyorsa benimsenmiş demektir.
Benimsenmek daha çok okuyanın içtenliğine, anlayışına bağlıdır. Ancak böyle bir mertebeye ulaşabilmek yoğun bir çalışma temposu gerektirir.  Yani, çok çalışmak ve onun yüceliğine koşullanmamız gerekir. Bunu yakalayabilmenin birçok yolları vardır. Şimdi bu konuda birkaç örnek sunacağım:
-İlk önereceğim yol, çok ama çok okumaktır. Hatta çok araştırmak, yazma eylemimizi sık sık hem de hiç usanmadan yenilemektir.
-Diğer bir yol, yazan kişinin kendine bir hedef çizmesi gerekir. Nedir bu? Yazmayla geçecek -başlangıcı ve bitimi belirtilen bir süreç içinde- şurada olmalıyım, ya da şuraya gelmeliyim niyetiyle ortaya konulan hedefi yakalamaya çalışmaktır.
Ama bu süreci her zaman kendimizle yarışır bir süreç görmemiz gerekir. Bütün hedeflerin bir stratejisi olduğu gibi edebiyatın stratejisi de budur.


ROMAN NEDİR, YAZIN YAPISALI OLARAK NEREDEN ESİNLENMİŞTİR:

Anlam olarak, roman için genelde şu tarifin yapıldığını görüyoruz: “İnsanın ya da çevrenin karakterlerini, göreneklerini inceleyen, maceralarını anlatan, duygu ve tutkularını çözümleyen imgesel, (hayali) ya da gerçek olaylara dayanan düzyazı biçiminde uzun yazın türüdür. T.d.d”
  Başka bir deyişle omurgası en az birkaç hikâyeden oluşan gerçek ya da hayali bir olayın düzyazı hikâye edilmesi.
Ne yazık ki toplumu ve onun bireyini bu kadar yakından ilgilendiren, hatta onları sorgulayan bu edebi türün uzun zaman bir tarifinin yapılamayışı oldukça manidardır.
Yaptığım araştırmalarda bu durum benim de çok ilgimi çekmiştir. Çünkü anladığıma göre roman daha çok zekâ seviyesi yüksek o oranda sorgulama seviyesi gelişmiş toplumlara hitap edecek kadar zengin, o kadar da karmaşık bir yazın türüdür.
Bu savımıza geçerlilik ya da doğruluk kazandırabilmek için onu değerlendirirken mutlaka öteki edebiyat türleriyle birlikte değerlendirmemiz gerekmektedir. Zaten işin doğrusu da budur.
İ.Ö.ki zamanlarda şiirler yazıldığını görmekteyiz. Yaşadığımız çağa kadar bunların varlığı konusunda bilgiler edinebildik. Üstelik yazımda POETEKA denilen bir takım yazım kuralların kullanıldığı da günümüze ulaşan en sağlıklı bilgilerdendir. (Poeteka, batı edebiyatında bir şairin şiirlerini yazarken biçim ve öz bakımından uyduğu ilke ve kurallardır.)
Öteki taraftan roman edebiyatına dönüp baktığımızda, eğer mantığım beni yanıltmıyorsa 1678 gibi bir miladi tarihle yüz yüze geliriz. (Fransa da Claves Prensi)’nin yazılışı gibi…
Bu gerçek bize şunu anımsatır; romanın, şiire göre yakın çağ edebiyatı olmasını. Ne var ki bu süreçte de, Rene Wellek ve Austin Waren gibi tıpkı şiirde olduğu gibi, romanı bilen, onun ne olduğunu net şekilde açıklayabilen ünlü Formalist eleştirmenlerin olduğu da bilinen başka bir gerçektir. İşte bunlar bile, romanın yapısındaki iyimser yaklaşımı görmezden geldikleri gibi, önemli bir edebiyat teorisine sahip olmadığını savunmuşlardır. Garip ama gerçek bu!
Kanıma göre roman yazınının şanssızlığı daha bu süreçte başlamaktadır. Bu söylemin nedeni kanımca biraz da olaya duygusal bir yaklaşımdan kaynaklanıyor.
 Çünkü o sürecin gözde edebiyatı şiirdir. Bunu icra edenlerde o dönemde halkın elit tabası, yanı sıra yöneticileri tarafından korunup elüstünde tutulan kişilerdir. Bu yaklaşımdan ötürü romana olan ilgi azalmış, aynı zamanda sistemli bir biçimde de senteze etmekten, ne olduğunu savunmaktan kaçınılmıştır. İşte bu nedenden ötürü romanın biçim ve özellikleri konusunda sessiz kalındığı varsayımı oldukça yüksektir.
Oysa roman geleneği Formalist (edebiyat eleştiri alanında, incelenen Rus yazarların 19. Yy. sonunda ortaya attığı akım. Bu akıma göre yazarın kökeni, yaşamı ve yaptıkları önemli değildir. Esas olan eserin kendisidir.  Eserin içinde hangi sanatların kullanıldığı, kelimelerin uyumu gibi biçimsel özellikler eşiğinde konunun nasıl anlatıldığı önemlidir.) eleştiri kavramıyla, edebiyat ve kültür tarihinin insanlığa kazandırdığı görüş derinliklerini yüze çıkarıp birleştirecek kadar kendi yasası, yapısal öğeleri ile tutarlı bir yazın türüdür.
Elbette onun gelişmesinde de her edebiyat dalının başlangıcı gibi bazı yetersizlikler bulunsa da, içi boş bir teoriyi, ne dediği anlaşılmayan bir anlatıyı arkasında bırakacak kadar canlıdır roman...
Bütün bu gerçeklerin sonunda romanın okuyucu ile asıl tanışması sanatsal ve bir yazın türü olarak çok kısa bir sürece dayanır. ROMANIN bu durumu, henüz kendi adına tutarlı bir teori geliştirecek edebiyat türü olmadığını gösterir.
Ama onu yazın sanatı yapan öğelerine bakıldığında, bu fikrin pek inandırıcı olmadığını görüyoruz. Onun da ötesinde romanın yaşama geçtiği süreç, şiirle karşılaştırıldığında henüz teori oluşturacak kadar uzun bir süreç kapsamadığı da açıkça belli olur.
Öyle de olsa romanın yapısal bütünlüğüne baktığımızda içinde çok değişik bilgisel unsuru barındığını görürüz.  Deneme, Tarih, Biyografi, dramların duygusal ve ironik olanları, ruhsal analizler gibi değişik kaynaklardan beslendiği görürüz.
 Romanı bu yönüyle ele aldığımızda herhangi bir sanat biçiminden daha tutarlı o oranda da “insan yaşamını” yansıtmaya elverişli olduğunu söylemek çok gerçekçi bir savdır.
O nedenle günümüzde romanların tercih edilme nedenlerinden biri budur!  Doşayısıyla onun teknik bir ölçüsü olduğunu da ortaya çıkarır.  Daha çok da öteki düzyazılardan ayırt eden bir ölçüdür bu... Bunlar neler olabilir onlara bakalım:

1-    Ayrıntıları seçebilme özelliği:
Roman düzyazıya göre “Görme ve işitme” niteliğine sahip bir yazın türüdür. Bu da şunu gösterir, yazım olarak ayrıntıları seçebilme niteliğinde olmasını...
Örn. Romandan önce yazılmış Mansur (başarılı olanı övme- koşuk biçiminde yazılan bir eser)  bir eserin direk ruha hitap eden, okşayan,  yani genel çizgilerini yansıtan sığ dokusu, ayni yüzyılda yazılmış romanların diyaloglarındaki ritmi yakalayan özelliğiyle karşılaştırıldığında karşımıza daha farklı bir yazım türü çıkar.
Bu oluşum Mansur eserlerde olmayan teorik bir değişikliktir. Onun ötesinde sadece bu özelliği, romanın tanımına yeterli değildir.
Bu tanımın içine betimlemelerin de olağanüstü ayrıntılarını koymak gerekir. Çünkü bu iki tanım göze ve kulağa hitap eden kavramlardır. İşte bu zenginlikleri düzyazı denilen romandan farklı olan Mansur eserlerde göremeyiz.
Mansur biçiminde yazılmış eserlerde doku bütünlüğü yoktur. Adeta doğal konuşma biçimiyle oluşturulmuş yapıdadır. O nedenle konu taşmaları, ya da bilgi eksikleri olabilir. 
Oysa romanlarda bir giriş, bir gelişme, bir de sonuç bölümü denilen kavramlar vardır. Bu bölümler romanda dokusal olarak bütünleştirici görevi yaptığı için, konu dağınıklığını da ortadan kaldırır.  Aynı zamanda bölümler kendi içlerinde de organik bağlar oluştururlar.
Karakterlerin çatışması, ya da ifşası (içini dökmesi) okuyucunun bu yönde beklentisi gibi sürümler, romanın başlangıcından bitimine kadar, ancak son bölümde karara bağlanacak biçimde gelişir. Bu birbirini tamamlayan bütünsel dizgiyi Mansur eserlerde görmemiz mümkün değildir.
Peki, bu sıralanan etmenler roman olmada ölçü olarak yeter mi? Yetmez, olayların yansıtılışında da mantıklı ve kronolojik dizgi içermesi gerekir. İşte bunlar öteki düz yazılardan yapısal olarak farklı olmanın en tutarlı çizgileridir.
2-    Ayrıca sosyolojik ölçüsünün bulunma özelliği de vardır:
Romanı sosyolojik ve gelişmişlik açsından incelediğimizde, hemen her incelemenin başında Samuel Johnson, Karl Marks, Lionel Trillingen gibi romanın yapısını çok iyi bilen Formastleri görürüz.
 Bunların savlarına göre, o süreçte romanın bir orta sınıf edebiyatı olduğunu görüyoruz. Peki, böyle bir türün ne içermesi gerekir? Sorusuna yanıtları ise; ‘orta sınıfın tüm özelliklerini taşımasıdır’ biçimindedir. Nedir bunlar?
Her şeyden önce romanın özü, orta sınıfın, yaşam biçimin taşımasıdır. Tabii bu özelliği kazanmak ve taşımak kolay değildir. Çünkü bu kazanım yeni bir edebiyatın doğmasına neden olduğu gibi, yeni bir okur kitlesi, hatta yeni bir yazarın doğmasını da gerektirir.
Bu okur kitlesini incelediğimizde; ilk tanık olduğumuz konum, davranış ve ahlakı değer konusunda oldukça hassas olduklarıdır.
Üstelik bu sınıfın işlerinin dışında boş zamanları vardır. İşte bu süreci okumaya ayrılabilirler.
Özellikle kendi altındaki sosyal sınıfın kabalıklarını, yanı sıra üstündeki sınıfların tembelliğini çok yakından gözler ve eleştirirler.
İşte bu farklılık onları sınıf olarak ayırdığı gibi, daha değişik biçimde düşünmeye zorlar… Dolayısıyla bu sınıfı irdeleyen roman, yansıttığı değerler bakımından ya orta sınıfın arzu ve korkularını yansıtabilmeli, ya orta sınıf yaşam biçimini, yaşam biçimi olarak önermelidir. Ya da orta sınıfı, bir fon olarak kullanılıp, ona karşı geliştirilen daha yeni değerler sistemi arayıp bulmalıdır.
Örneğin başlangıçta kendilerinden üst sınıfa duyulan özlem, aradan geçen belli bir süre sonra değişecek, o gün kazanılan alışkanlıklar, daha değişik sosyal bir yöne dönüşecektir. Zaten bu ölçü bireyin kültür değeri ile aynı çizgide gider. Kültür ilerledikçe, o ölçüde istekler de farklılaşacaktır.

4-Mitsel açıdan ölçüsünün bulunması:

Başlangıçta, yani daha destandan romana yeni geçişlerde kahramanları tanrı olan eserler, daha sonra ki zamanlarda, insanlardan daha güçlü ama daha akılı insan olan yaratıkların kahraman olarak yer aldığı eserler şekline dönüşmüştür.
Daha sonra da bizlerden hiç farkı olmayan kahramanların romanlarımızı süslediğini görüyoruz. Hatta bizler kadar becerisi olmayan, amiyane deyimle aptallar,  başka bir deyimle soytarılar bile roman kahramanı olarak kitapları süslemişlerdir.
Toplumların kültürüyle paralel yürüyen roman yazınında ‘geçiş” dediğimiz bu sürümler olağandır. Hatta böyle yapılmasının özel bir nedeni vardır.
Çünkü hiçbir okuyucu, kendi karakteriyle eşleşen bir karakteri, yani kendine bezeyeni okumak istemez. Çünkü o karakter kendisidir.  Onu daha çok kendi karakterinden daha değişik karaktere sahip olan kişiler ilgilendirir. O, nedenle böyle bir tip yaratılma nedeni olmuştur.
Ne var ki, artık günümüzde bir romanda destan ve romans kahramanlarının insanüstü boyutlarını görmek okuyucuyu fazla etkilemiyor. Nedeni de; böyle romanların kahramansız roman olmalarıdır.
Onun da ötesinde, bunlar anlatım ağırlıklı romanlar olduğu için tema fakiridirler. Estetik çeşitliliği azdır. Zaten insanüstü karakterlerin ölçüsü, modern roman ölçüsü içine girmez. Dolaysıyla, normal bir insanın boyutlarını aşan bir kahraman tipinin çizildiği bir anlatıya roman değil, romans denilmektedir.
Burada asıl söylenilmesi gereken sav, romanı tanımlamaktan çok, farklı bir romanın doğmasına yönelmemektir. O nedenle romanımızda eğer MİTSEL bir tanım bulunacaksa, bu tanım asla var olan karakterin ve anlatının üstüne çıkıp onu baskılamamalıdır. Romanda bu tanıma çok dikkat etmemiz gerekiyor.

         5- Roman olmanın felsefi ölçüsü vardır ve bu önemlidir:

Bilindiği gibi felsefi sözler romanda çok kullanılır. Bunun ilk nedeni yazımın tema olarak güçlendirilmesidir. Gerçekten de öyledir. Bir felsefi sözle güçlendirilmiş yazımın dokusu daha sıkı örülebileceği gibi, o ölçüde de yazımıza estetik katarak ruha daha güzel hitap eder.
Ama felsefi sözleri romanın dokusuna uydurmak çok zor olur. Eğer anlam roman dokusuna yeterince emdirilmezse, okuyucu adeta bir doktrin sözcüsünden nasihat aldığını düşünür. O nedenle emdirilme eylemine çok dikkat etmek gerekir... 
Eğer buna dikkat etmezsek, okuyucunun yakını böyle anlatımda çok boyutlu bir karakteri görecektir. Oysa okuyucu henüz hazır değildir. Bunun da bir süreç sorunu olduğunu düşünüyorum.
Eğer kurgu türü bir eserin, felsefi bir eserle bağlantılı olarak karşılaştırması söz konusuysa;
 Romanın edebi bir değer olarak, felsefi bir görüşün aracı gibi kullanılması, dolaylı bir anlatım demektir. Eğer Bu etkileşimi dikkate almazsak romanın anlatım ağırlığının felsefeden yana kaydığını net bir şekilde seçebiliriz.
Bu tür davranış, edebi eserlerde istenilmeyen bir davranış olur. Ama şunu da açıkça söylemek gerekir; zaman evreleri, kesin biçimde göz önüne serilememiş mekânlar, özenle yansıtılamayan deneyim ayrıntıları yazıda sezdirilemeden, yazımın ne kadar başarılı olacağı sorulursa, böyle bir yazımın, insan yaşamını anlatabilmede yeterli olmasından çok, belli bir felsefi havanın, duyusal ve estetiksel biçimde aktarılabilmesine bağlıdır diyebiliriz.

6-Ölçü olarak konu ya da tema seçimi:

Bu özelliği tek başlık altında söylememiz mümkün değildir. Çünkü yaşanmış, ya da yaşanması muhtemel olan her olay bir konu olabilir. Örnek vermek gerekirse romanın konusu, yaşamı anti reformist ama iyi niyetli hatta reformist biri gibi görünen, bir kişiyi konu yapabilir. Başka bir roman, evlenirken seven ama zamanla nefret edip eşini öldüren bir kocanın dramını konu alabilir. Ama burada asıl önemli olan, anlatıyla çizilen görüntüyle, gerçek arasındaki farklılıktır. İşte yazanı romanın özüne götürecek tek eylem de bunu seçebilmektir. Yani görüntü ile gerçeğin ayrıntısını net bir biçimde yansıtabilmesi.
Çünkü Gerçeği ne kadar uğraşırsak uğraşalım olduğu gibi yazmamız olanaksızdır. Ama anlatmak istediğimizi gerçeğin görüntüsü gibi yansıtabilmek mümkündür. Çünkü romanın ideal yazım biçimi görüntüyü yansıtabilmektir.

8- Romanda ölçü olarak kültürün önemi:

Kültür, romanda milat kabul edilen XVIII. Yy. ortalarından günümüze değin, özellikle de batı toplumu kültüründe oluşan her şey, dahası ‘insanların ilgisini çeken her yenilik’ romanın konusu içine girmiştir.
Çünkü roman genelde, bu süreç boyutundaki bütün kültürel davranışların özelliklerinden beslendiği gibi bu özellikleri ifade eder. Hatta zamanı geldiğinde bunlardan sindiremediklerini acımadan eleştirmiş, sindirdiklerine övgüler yağdırmıştır.
 Bunu daha açık ifadeyle belirtirsek kültüre hizmet etmiştir diyebiliriz. Bu süreçte doğal toplum kavramının çöküşünü, bireyselliğin gelişmesini ve sınıf hareketinin öneminin artması, mimarlığın gelişimi gibi konular da romanın kurgusu olmuştur.
Toplumun mantıksal anlayışına baktığımızda da inançsal kaygıların yüze çıkışı, dolaysısıyla insan şahsiyetinde yüze çıkan parçalanmalar, mesleki ve sosyal değerlerin önemini yitirmesi gibi konular da kurgu olmuştur.
Kültürel gelişmeye bakarsak olursak, Psikoloji, Sosyoloji, Bilimsel metot, HUME, BURKE, MARKS ve FREUD-’UN dünya görüşleri gibi batı medeniyetini şekillendiren her unsur, ROMANIN ÖZÜNÜ DE BELİRLEYEN ETKENLERDEN OLMUŞTUR. Bunun nedeni de romanın, birey ya ta toplumun kültürle ilişkisi olan her etmenin üzerinde ısrarla duran edebi bir eser olmasından kaynaklandığıdır.
Deneyim kazanmış, kendine has bir yazım biçimi oluşturmuş bir yazar, hikâye türü edebiyatta uygulanan bütün klasik metotlardan yararlanarak değişik unsurları birleştirebilen bir sentez oluşturabilir.
Ne var ki bu ölçüde yazılan bir romanda, kültürel ve duygusal öğeleri bir araya getirmek, onları harmanlayabilmek çok oldukça zordur. Ama açık söylemek gerekirse bu durum, asla yengiye uğratılamayacak bir güçlük değildir.
İnsan arzu ederse yapamayacağı hiçbir şey yoktur.

Bu yönde son söz olarak şunu söyleyebiliriz:
 Roman eleştirilerin oluşturmak istediği tekniklerin yardımıyla, içteknik ve şekil özellikleri anlaşılabilen, kendine özgü biçimi, alanı ve yasası olan, edebi bir türdür.
 Üslup ve sembol gibi genel teknik ölçümler de, yazıma dâhil edildiğinde, roman kendine has biçimine kavuşur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder