“edebiyat
daha çok ikna etme gücüdür!”
Bilim
dallarının içinde edebiyatın yeri oldukça farklıdır. Çünkü dokusunda daha çok
düşsel kavramlar ağırlık taşır. Oysa bir Tarih ya da Tıp bilimlerini incelersek
bu şekilde tanımlamamız mümkün değildir. Bu türlerde kavramlar hiç tartışılmayan sonuç ilişkilerine
bağlıdır.
Oysa
edebiyatta tam zıt anlamda bir değerlendirmenin karşımıza çıktığını görürüz.
Çünkü onun verileri üzerinde eleştiri ve tartışma her zaman söz konusudur.
Bir kaynağın ifadesine göre; “edebiyat verileri yatay diyebileceğimiz bir
karşılaştırma / kıyaslama yöntemine tabidir. Bundan kasıt, ele alınan verinin,
yabancı ve yerli sunumlarının uzak ve yakın süreçlerindeki yayınlarıyla
karşılaştırılması, kıyaslanmasıdır.” Böyle bir karşılaştırmayı tarihte ve
Tıp bilimlerinde yapamayız. Çünkü burada
sunduğumuz bilgiler kesin ve karşılaştırmasızdır.
Bu
kıyaslama göz önüne alındığında, ortaya konulan edebiyat yapma biçimi;
Yazdıklarımız
birey ya da toplumun yüreğini okşuyor, onu heyecanlandırıp, ikna edebiliyorsa
benimsenmiş demektir.
Benimsenmek
daha çok okuyanın içtenliğine, anlayışına bağlıdır. Ancak böyle bir mertebeye
ulaşabilmek yoğun bir çalışma temposu gerektirir. Yani, çok çalışmak ve onun yüceliğine
koşullanmamız gerekir. Bunu yakalayabilmenin birçok yolları vardır. Şimdi bu
konuda birkaç örnek sunacağım:
-İlk önereceğim yol,
çok ama çok okumaktır. Hatta çok araştırmak, yazma eylemimizi sık sık hem de hiç usanmadan
yenilemektir.
-Diğer bir yol, yazan kişinin kendine bir
hedef çizmesi gerekir.
Nedir bu? Yazmayla geçecek -başlangıcı ve bitimi belirtilen bir süreç içinde-
şurada olmalıyım, ya da şuraya gelmeliyim niyetiyle ortaya konulan hedefi
yakalamaya çalışmaktır.
Ama bu süreci her
zaman kendimizle yarışır bir süreç görmemiz gerekir. Bütün hedeflerin bir
stratejisi olduğu gibi edebiyatın stratejisi de budur.
ROMAN
NEDİR, YAZIN YAPISALI OLARAK NEREDEN ESİNLENMİŞTİR:
Anlam
olarak, roman için genelde şu tarifin yapıldığını görüyoruz: “İnsanın ya da çevrenin karakterlerini,
göreneklerini inceleyen, maceralarını anlatan, duygu ve tutkularını çözümleyen
imgesel, (hayali) ya da gerçek olaylara dayanan düzyazı biçiminde uzun yazın
türüdür. T.d.d”
Başka bir deyişle omurgası en az birkaç hikâyeden
oluşan gerçek ya da hayali bir olayın düzyazı hikâye edilmesi.
Ne
yazık ki toplumu ve onun bireyini bu kadar yakından ilgilendiren, hatta onları
sorgulayan bu edebi türün uzun zaman bir tarifinin yapılamayışı oldukça
manidardır.
Yaptığım
araştırmalarda bu durum benim de çok ilgimi çekmiştir. Çünkü anladığıma göre roman daha çok zekâ seviyesi yüksek o oranda sorgulama seviyesi gelişmiş toplumlara
hitap edecek kadar zengin, o kadar da karmaşık bir yazın türüdür.
Bu
savımıza geçerlilik ya da doğruluk kazandırabilmek için onu değerlendirirken
mutlaka öteki edebiyat türleriyle birlikte değerlendirmemiz gerekmektedir.
Zaten işin doğrusu da budur.
İ.Ö.ki
zamanlarda şiirler yazıldığını görmekteyiz. Yaşadığımız çağa kadar bunların
varlığı konusunda bilgiler edinebildik. Üstelik yazımda POETEKA denilen bir
takım yazım kuralların kullanıldığı da günümüze ulaşan en sağlıklı bilgilerdendir.
(Poeteka,
batı edebiyatında bir şairin şiirlerini yazarken biçim ve öz bakımından uyduğu
ilke ve kurallardır.)
Öteki
taraftan roman edebiyatına dönüp baktığımızda, eğer mantığım beni yanıltmıyorsa
1678 gibi bir miladi tarihle yüz yüze geliriz. (Fransa da Claves Prensi)’nin
yazılışı gibi…
Bu
gerçek bize şunu anımsatır; romanın, şiire göre yakın çağ edebiyatı olmasını.
Ne var ki bu süreçte de, Rene Wellek ve Austin Waren gibi tıpkı şiirde olduğu
gibi, romanı bilen, onun ne olduğunu net şekilde açıklayabilen ünlü Formalist
eleştirmenlerin olduğu da bilinen başka bir gerçektir. İşte bunlar bile,
romanın yapısındaki iyimser yaklaşımı görmezden geldikleri gibi, önemli bir
edebiyat teorisine sahip olmadığını savunmuşlardır. Garip ama gerçek bu!
Kanıma
göre roman yazınının şanssızlığı daha bu süreçte başlamaktadır. Bu söylemin
nedeni kanımca biraz da olaya duygusal bir yaklaşımdan kaynaklanıyor.
Çünkü o sürecin gözde edebiyatı şiirdir. Bunu
icra edenlerde o dönemde halkın elit tabası, yanı sıra yöneticileri tarafından
korunup elüstünde tutulan kişilerdir. Bu yaklaşımdan ötürü romana olan ilgi
azalmış, aynı zamanda sistemli bir biçimde de senteze etmekten, ne olduğunu savunmaktan kaçınılmıştır. İşte bu nedenden
ötürü romanın biçim ve özellikleri konusunda sessiz kalındığı varsayımı oldukça
yüksektir.
Oysa
roman geleneği Formalist (edebiyat
eleştiri alanında, incelenen Rus yazarların 19. Yy. sonunda ortaya attığı akım.
Bu akıma göre yazarın kökeni, yaşamı ve yaptıkları önemli değildir. Esas olan
eserin kendisidir. Eserin içinde hangi
sanatların kullanıldığı, kelimelerin uyumu gibi biçimsel özellikler eşiğinde
konunun nasıl anlatıldığı önemlidir.) eleştiri kavramıyla, edebiyat ve
kültür tarihinin insanlığa kazandırdığı görüş derinliklerini yüze çıkarıp
birleştirecek kadar kendi yasası, yapısal öğeleri ile tutarlı bir yazın
türüdür.
Elbette
onun gelişmesinde de her edebiyat dalının başlangıcı gibi bazı yetersizlikler
bulunsa da, içi boş bir teoriyi, ne dediği anlaşılmayan bir anlatıyı arkasında
bırakacak kadar canlıdır roman...
Bütün
bu gerçeklerin sonunda romanın okuyucu ile asıl tanışması sanatsal ve bir yazın
türü olarak çok kısa bir sürece dayanır. ROMANIN bu durumu, henüz kendi adına
tutarlı bir teori geliştirecek edebiyat türü olmadığını gösterir.
Ama
onu yazın sanatı yapan öğelerine
bakıldığında, bu fikrin pek
inandırıcı olmadığını görüyoruz. Onun da ötesinde romanın yaşama geçtiği süreç,
şiirle karşılaştırıldığında henüz teori oluşturacak kadar uzun bir süreç kapsamadığı
da açıkça belli olur.
Öyle
de olsa romanın yapısal bütünlüğüne baktığımızda içinde çok değişik bilgisel
unsuru barındığını görürüz. Deneme, Tarih, Biyografi, dramların duygusal
ve ironik olanları, ruhsal analizler gibi değişik kaynaklardan beslendiği
görürüz.
Romanı bu yönüyle ele aldığımızda herhangi bir
sanat biçiminden daha tutarlı o oranda da “insan
yaşamını” yansıtmaya elverişli olduğunu söylemek çok gerçekçi bir savdır.
O
nedenle günümüzde romanların tercih edilme nedenlerinden biri budur! Doşayısıyla onun teknik bir ölçüsü olduğunu
da ortaya çıkarır. Daha çok da öteki
düzyazılardan ayırt eden bir ölçüdür bu... Bunlar neler olabilir onlara
bakalım:
1- Ayrıntıları seçebilme özelliği:
Roman
düzyazıya göre “Görme ve işitme” niteliğine sahip bir yazın türüdür. Bu da
şunu gösterir, yazım olarak ayrıntıları seçebilme niteliğinde olmasını...
Örn.
Romandan önce yazılmış Mansur (başarılı olanı övme- koşuk biçiminde yazılan bir eser) bir eserin direk ruha hitap eden,
okşayan, yani genel çizgilerini yansıtan
sığ dokusu, ayni yüzyılda yazılmış
romanların diyaloglarındaki ritmi yakalayan özelliğiyle
karşılaştırıldığında karşımıza daha farklı bir yazım türü çıkar.
Bu
oluşum Mansur eserlerde olmayan teorik bir değişikliktir. Onun ötesinde sadece
bu özelliği, romanın tanımına yeterli değildir.
Bu
tanımın içine betimlemelerin de olağanüstü ayrıntılarını koymak gerekir. Çünkü
bu iki tanım göze ve kulağa hitap eden kavramlardır. İşte bu zenginlikleri
düzyazı denilen romandan farklı olan Mansur eserlerde göremeyiz.
Mansur
biçiminde yazılmış eserlerde doku bütünlüğü yoktur. Adeta doğal konuşma
biçimiyle oluşturulmuş yapıdadır. O nedenle konu taşmaları, ya da bilgi
eksikleri olabilir.
Oysa romanlarda bir
giriş, bir gelişme, bir de sonuç bölümü denilen kavramlar vardır.
Bu bölümler romanda dokusal olarak bütünleştirici görevi yaptığı için, konu
dağınıklığını da ortadan kaldırır. Aynı
zamanda bölümler kendi içlerinde de organik bağlar oluştururlar.
Karakterlerin
çatışması, ya da ifşası (içini dökmesi) okuyucunun bu yönde beklentisi gibi
sürümler, romanın başlangıcından bitimine kadar, ancak son bölümde karara
bağlanacak biçimde gelişir. Bu birbirini tamamlayan bütünsel dizgiyi Mansur
eserlerde görmemiz mümkün değildir.
Peki,
bu sıralanan etmenler roman olmada ölçü olarak yeter mi? Yetmez, olayların
yansıtılışında da mantıklı ve kronolojik dizgi içermesi gerekir. İşte bunlar
öteki düz yazılardan yapısal olarak farklı olmanın en tutarlı çizgileridir.
2- Ayrıca sosyolojik ölçüsünün
bulunma özelliği de vardır:
Romanı
sosyolojik ve gelişmişlik açsından incelediğimizde, hemen her incelemenin
başında Samuel Johnson, Karl Marks, Lionel Trillingen gibi romanın yapısını çok
iyi bilen Formastleri görürüz.
Bunların savlarına göre, o süreçte romanın bir
orta sınıf edebiyatı olduğunu görüyoruz. Peki, böyle bir türün ne içermesi
gerekir? Sorusuna yanıtları ise; ‘orta sınıfın tüm özelliklerini taşımasıdır’
biçimindedir. Nedir bunlar?
Her
şeyden önce romanın özü, orta sınıfın, yaşam biçimin taşımasıdır. Tabii bu
özelliği kazanmak ve taşımak kolay değildir. Çünkü bu kazanım yeni bir edebiyatın
doğmasına neden olduğu gibi, yeni bir okur kitlesi, hatta yeni bir yazarın
doğmasını da gerektirir.
Bu okur kitlesini
incelediğimizde; ilk tanık olduğumuz konum, davranış ve ahlakı değer konusunda
oldukça hassas olduklarıdır.
Üstelik bu sınıfın
işlerinin dışında boş zamanları vardır. İşte bu süreci okumaya ayrılabilirler.
Özellikle kendi
altındaki sosyal sınıfın kabalıklarını, yanı sıra üstündeki sınıfların
tembelliğini çok yakından gözler ve eleştirirler.
İşte bu farklılık
onları sınıf olarak ayırdığı gibi, daha değişik biçimde düşünmeye zorlar…
Dolayısıyla bu sınıfı irdeleyen roman, yansıttığı değerler bakımından ya
orta sınıfın arzu ve korkularını yansıtabilmeli, ya orta sınıf yaşam biçimini,
yaşam biçimi olarak önermelidir. Ya da orta sınıfı, bir fon olarak kullanılıp,
ona karşı geliştirilen daha yeni değerler sistemi arayıp bulmalıdır.
Örneğin
başlangıçta kendilerinden üst sınıfa duyulan özlem, aradan geçen belli bir süre
sonra değişecek, o gün kazanılan alışkanlıklar, daha değişik sosyal bir yöne
dönüşecektir. Zaten bu ölçü bireyin kültür değeri ile aynı çizgide gider.
Kültür ilerledikçe, o ölçüde istekler de farklılaşacaktır.
4-Mitsel
açıdan ölçüsünün bulunması:
Başlangıçta,
yani daha destandan romana yeni geçişlerde kahramanları tanrı olan eserler, daha sonra ki zamanlarda, insanlardan daha
güçlü ama daha akılı insan olan yaratıkların kahraman olarak yer aldığı eserler
şekline dönüşmüştür.
Daha
sonra da bizlerden hiç farkı olmayan kahramanların romanlarımızı süslediğini
görüyoruz. Hatta bizler kadar becerisi olmayan, amiyane deyimle aptallar, başka bir deyimle soytarılar bile roman
kahramanı olarak kitapları süslemişlerdir.
Toplumların
kültürüyle paralel yürüyen roman yazınında ‘geçiş” dediğimiz bu sürümler
olağandır. Hatta böyle yapılmasının özel bir nedeni vardır.
Çünkü
hiçbir okuyucu, kendi karakteriyle eşleşen bir karakteri, yani kendine bezeyeni
okumak istemez. Çünkü o karakter kendisidir.
Onu daha çok kendi karakterinden daha değişik karaktere sahip olan
kişiler ilgilendirir. O, nedenle böyle bir tip yaratılma nedeni olmuştur.
Ne
var ki, artık günümüzde bir romanda destan
ve romans kahramanlarının insanüstü
boyutlarını görmek okuyucuyu fazla etkilemiyor. Nedeni de; böyle romanların
kahramansız roman olmalarıdır.
Onun
da ötesinde, bunlar anlatım ağırlıklı romanlar olduğu için tema fakiridirler.
Estetik çeşitliliği azdır. Zaten insanüstü karakterlerin ölçüsü, modern roman
ölçüsü içine girmez. Dolaysıyla, normal bir insanın boyutlarını aşan bir
kahraman tipinin çizildiği bir anlatıya roman değil, romans denilmektedir.
Burada
asıl söylenilmesi gereken sav, romanı tanımlamaktan çok, farklı bir romanın
doğmasına yönelmemektir. O nedenle romanımızda eğer MİTSEL bir tanım
bulunacaksa, bu tanım asla var olan karakterin ve anlatının üstüne çıkıp onu baskılamamalıdır.
Romanda bu tanıma çok dikkat etmemiz gerekiyor.
5-
Roman olmanın felsefi ölçüsü vardır ve bu önemlidir:
Bilindiği
gibi felsefi sözler romanda çok kullanılır. Bunun ilk nedeni yazımın tema
olarak güçlendirilmesidir. Gerçekten de öyledir. Bir felsefi sözle
güçlendirilmiş yazımın dokusu daha sıkı örülebileceği gibi, o ölçüde de
yazımıza estetik katarak ruha daha güzel hitap eder.
Ama
felsefi sözleri romanın dokusuna uydurmak çok zor olur. Eğer anlam roman
dokusuna yeterince emdirilmezse, okuyucu adeta bir doktrin sözcüsünden nasihat aldığını düşünür. O nedenle
emdirilme eylemine çok dikkat etmek gerekir...
Eğer
buna dikkat etmezsek, okuyucunun yakını böyle anlatımda çok boyutlu bir
karakteri görecektir. Oysa okuyucu henüz
hazır değildir. Bunun da bir süreç sorunu olduğunu düşünüyorum.
Eğer kurgu türü bir
eserin, felsefi bir eserle bağlantılı olarak karşılaştırması söz konusuysa;
Romanın edebi bir değer olarak, felsefi bir
görüşün aracı gibi kullanılması, dolaylı bir anlatım demektir. Eğer Bu etkileşimi dikkate almazsak romanın
anlatım ağırlığının felsefeden yana kaydığını net bir şekilde seçebiliriz.
Bu
tür davranış, edebi eserlerde istenilmeyen bir davranış olur. Ama şunu da
açıkça söylemek gerekir; zaman evreleri, kesin biçimde göz önüne serilememiş mekânlar,
özenle yansıtılamayan deneyim ayrıntıları yazıda sezdirilemeden, yazımın ne
kadar başarılı olacağı sorulursa, böyle bir yazımın, insan yaşamını
anlatabilmede yeterli olmasından çok, belli
bir felsefi havanın, duyusal ve estetiksel biçimde aktarılabilmesine bağlıdır
diyebiliriz.
6-Ölçü
olarak konu ya da tema seçimi:
Bu
özelliği tek başlık altında söylememiz mümkün değildir. Çünkü yaşanmış, ya da
yaşanması muhtemel olan her olay bir konu olabilir. Örnek vermek gerekirse
romanın konusu, yaşamı anti reformist ama
iyi niyetli hatta reformist biri gibi görünen, bir kişiyi konu yapabilir.
Başka bir roman, evlenirken seven ama
zamanla nefret edip eşini öldüren bir kocanın dramını konu alabilir. Ama
burada asıl önemli olan, anlatıyla çizilen görüntüyle, gerçek arasındaki
farklılıktır. İşte yazanı romanın
özüne götürecek tek eylem de bunu seçebilmektir. Yani görüntü ile gerçeğin
ayrıntısını net bir biçimde yansıtabilmesi.
Çünkü Gerçeği ne
kadar uğraşırsak uğraşalım olduğu gibi yazmamız olanaksızdır. Ama anlatmak
istediğimizi gerçeğin görüntüsü gibi yansıtabilmek mümkündür. Çünkü
romanın ideal yazım biçimi görüntüyü yansıtabilmektir.
8-
Romanda ölçü olarak kültürün önemi:
Kültür,
romanda milat kabul edilen XVIII. Yy. ortalarından günümüze değin, özellikle de
batı toplumu kültüründe oluşan her şey, dahası ‘insanların ilgisini çeken her yenilik’ romanın konusu içine
girmiştir.
Çünkü
roman genelde, bu süreç boyutundaki bütün kültürel davranışların
özelliklerinden beslendiği gibi bu özellikleri ifade eder. Hatta zamanı
geldiğinde bunlardan sindiremediklerini acımadan eleştirmiş, sindirdiklerine
övgüler yağdırmıştır.
Bunu daha açık ifadeyle belirtirsek kültüre
hizmet etmiştir diyebiliriz. Bu süreçte
doğal toplum kavramının çöküşünü, bireyselliğin gelişmesini ve sınıf
hareketinin öneminin artması, mimarlığın gelişimi gibi konular da romanın kurgusu
olmuştur.
Toplumun
mantıksal anlayışına baktığımızda da inançsal kaygıların yüze çıkışı,
dolaysısıyla insan şahsiyetinde yüze çıkan parçalanmalar, mesleki ve sosyal
değerlerin önemini yitirmesi gibi konular da kurgu olmuştur.
Kültürel
gelişmeye bakarsak olursak, Psikoloji, Sosyoloji, Bilimsel metot, HUME, BURKE,
MARKS ve FREUD-’UN dünya görüşleri gibi batı medeniyetini şekillendiren her
unsur, ROMANIN ÖZÜNÜ DE BELİRLEYEN ETKENLERDEN OLMUŞTUR. Bunun nedeni de
romanın, birey ya ta toplumun kültürle ilişkisi olan her etmenin üzerinde
ısrarla duran edebi bir eser olmasından kaynaklandığıdır.
Deneyim
kazanmış, kendine has bir yazım biçimi oluşturmuş bir yazar, hikâye türü
edebiyatta uygulanan bütün klasik metotlardan yararlanarak değişik unsurları
birleştirebilen bir sentez oluşturabilir.
Ne
var ki bu ölçüde yazılan bir romanda, kültürel ve duygusal öğeleri bir araya
getirmek, onları harmanlayabilmek çok oldukça zordur. Ama açık söylemek gerekirse
bu durum, asla yengiye uğratılamayacak bir güçlük değildir.
İnsan
arzu ederse yapamayacağı hiçbir şey yoktur.
Bu yönde son söz olarak şunu
söyleyebiliriz:
Roman eleştirilerin oluşturmak istediği
tekniklerin yardımıyla, içteknik ve şekil özellikleri anlaşılabilen, kendine
özgü biçimi, alanı ve yasası olan, edebi bir türdür.
Üslup ve sembol gibi genel teknik ölçümler de,
yazıma dâhil edildiğinde, roman kendine has biçimine kavuşur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder