25 Kasım 2015 Çarşamba

Romanda Betimleme tekniği nasıl uygulanır


Romanda Betimleme Tekniğini nasıl uygulayalım?
Roman, yaşanmış ve yaşanma olasılığı olan her olayı, kişi, yer ve zaman belirterek anlatan bir edebiyat dalıdır. Yazar eserini yazarken, içinde yaşamını sürdürdüğü dünyaya öykünür.  Yani bir olayı aslına benzetmeye çalışır. Taklit eder.  Bu taklidi yaparken yaşamın aynısı olmasa bile, benzer yaşamdan farklı kesitler sunar. Yazarın buradaki asıl amacı, bireysel yaşamı göründüğü gibi tıpatıp aktarmak değil, tam tersine öykünecek konuya gerçekmiş gibi bir biçim kazandırmaktır. Eğer yazımda bu ölçüm yaratılmazsa, okuyucu anlatılanın havasını yakalayamaz, hikâyenin ne olduğu hakkında da yeterli bilgi sahibi olamaz. İşte istenilen bu hava ancak yazım teknikleri yoluyla oluşur. Bunlardan biri de betimleme tekniğidir.
         Betimle, temel anlamda, görüleni somutlaştırmaktır. Yani var olanı (gerçeği) duygularla açıklama biçimidir. Bunu yaparken, anlatının kendine özgü çizgilerini, rengini, oylumunu, kısacası dış görünümüyle içsel görünümünü de anlatıya dökebilmedir. Modern romanda betimle oldukça aza indirilmiş gözükse de, günümüze değin geçen süreçte de oldukça sık başvurulmuş bir tekniktir. Bugünkü post-modern uygulamada bu tekniğe pek rağbet edilmediği doğrudur. Ama çaresizliği de hep hissedilmiştir. Bununla da yetinilmeyip hiç kullanılmayacağı savı ileri sürülür ama betimleme olmadan da roman yazılamaz.
Bu açılamaya benzer bir sürü açıklamanın olduğunu biliyoruz. Ama benim kanımca, burada yazarın görüşü, en güçlü olanıdır. Yani betimlemenin olup olmayacağına yazar karar vermelidir. Ben bu soruna daha çok yazım kuralı olarak bakarım. Uygun bulduğum yerde de yapmaktan çekinmem. Çünkü bu konuyu daha çok psikolojik,  o oranda da kültürel sorun olarak ele alıp değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Zira içinde bulunduğumuz zaman, özellikle de elektronik çağ dediğimiz süreç, insandaki düşünce ve algılama biçimini çok hızlı biçimde değiştiriyor. Bu deşiklik insanı, toplumu ve çevreyi de kendine benzetip adeta çözümlenemeyen bir ruh yapısına itiyor... Bu nedenle sayfalarca yazılmış bir betimlemenin dayanılmazlığını, yazar olarak artık iyi düşünmemiz gerekiyor. Günümüze modern ağırlıklı yaşam denilse de, tüketime koşullandırılmış, hatta düşüncesi bile elinden alınmış bir birey modeliyle karşı karşıyayız. Böyle bir insanın sabır derecesi de sınırlıdır… İşte betimlemeleri yaparken bu sınırlı sabrı göz önüne almamız gerekiyor.
Benim asıl düşünceme göre bu sav işin doğallığına aykırıdır derim. Çünkü betimleme eseri oluşturan ve birbirinden ayrı gibi algılanan küçük öykücüklerin, bitim ve başlangıç noktalarını bir araya getirip, uçucuna ekleyen adeta bir tutkaldır. Bölümcükler arası köprüdür aynı zamanda. İnsanlar bu köprüden hoşnutluk duyarlarsa kitapla bağlantıları daha sıcak olur. Başka bir bakış açısı, betimlemeyi, konuyu ayrıntılarıyla anlatma, ifade etmek şeklinde ifade eder. Betimleme sanatı, yazılacak bir romanda, rol verilen karakter, zaman, yer ve olay gibi romanın teknik parçalarını göz önüne serme ve onları gösterme sanatıdır.
Önemli bir anımsatma: Betimleme yapılırken, görülen ya da anlatılmaya çalışılan modeli, tam göründüğü gibi anlatmaya çalışmamalıyız. Aksine modelde göze daha hoş gelecek, ruhsal yapımızı öne çıkaracak öncelikleri, karakterleri ve estetik yönleri bulup, onları anlatırken yazımı gerçeklik süsü ile süslemeliyiz. Bu da romancının iyi bir gözlem yapmasıyla koşullu olup,  ayrıntıları alıcı bir gözle yakalayabilmesine bağlıdır. Betimle en çok 19. yy. da doğa ve çevre romanı anlatımlarında ilgi çekmiştir.  Bu süreçte bilim adamları da bazı konulara çok önem vermişler, içinde bulundukları sürecin gündem yaratan konularının romanda yer almasını özellikle istemişlerdir. Bu istek biraz da yeni bilinenlerin insan psikolojisi üstündeki etkilerinin ölçeğini bilme kaygısıdır. Bunda da haklı olduklarını düşünüyorum. Çünkü romanın konusu insandır. Onun içinde yaşadığı süreçte ilgi odağı ne ise anlatıların başına onun konulması çok doğaldır.  Böylece insanların geçmişlerinin sosyal alandaki kronolojik kayıtları, çevreyle imlendirilip, birlikte anlatılması, romanın dokusuna estetiklik kattığı kadar, zaman zaman da anlamsız diyebileceğimiz bilgilerin gerçekle ilinti ölçüsünün ne olabileceğini ortaya çıkarmıştır. O nedenle özellikle romantizmin bu süreçte doruk noktaya ulaştığını söyleyebiliriz. Çünkü roman yazımındaki betimlemelerin estetik olarak benimsenmesi, bu süreçte başlamıştır. .Betimleme romana albeni kazandırıp, ruha ve göze hitap etmesiyle, okuyanlar mutlu olunca romantikler, bunu daha ayrıcalıklı boyuta taşımışlardır. Çünkü romantiklerde duygusal yönlü betimlemeler önem taşımaktadır. O süreçte iyi roman güzel betimleme demek anlamı taşıyordu. Ne var ki ayni betimleme sanatı, ayni süreçte realistlerce şekil değiştirmiştir. Çünkü adı üstüne gerçekçiler (realistler) sadece gördüklerini yazarlar. Asla abartmazlar konuyu. Benimsedikleri kalıplar, sadece anlatımı kolaylaştıran bir yöntemden ileri gitmez. Natüralistler ise, betimlemeyle yaşadıkları dünyayı daha güzel ve daha ayrıcalıklı boyutlara taşımaya çalışmışlardır. Çünkü onlar betimlemede, bir çizginin büyük bir ayrıntı olduğunu düşünüp, bunları okura yansıtmayı adeta görev bilmişlerdir. İşin gerçek yönünü söylemek gerekirse, betimlemedeki renk çokluğu, çağdaş roman dediğimiz günümüz romanında da kullanılmıştır. Hala da kullanılmaktadır. Sonuç olarak roman, bugünkü şekliyle daha ayrıcalıklı ve daha anlamlı yazım haline gelmiştir. Ama onlar, (çağdaş romancılar): Abartısızca sadece gördüklerini betimlemeye çalışırlar. Çok zamanda betimlemeyi anlatıya katkı yapan bir parça olarak yorumlayıp; olayı daha somutlaştırmak yanı sıra okuyanda daha iyi algı yaratmak için yapmışlardır. İş böyle olunca betimleme işi duvarda çakılı bir resim durumundan kurtulup, bir modelin –beni de yaz- diyen içsesini yansıtan bir araç haline gelmiştir.
 Bu yönde Robbe’nin şu değerlendirmesi akılcı bir savdır benim için. “Betimleme modern bir buluş değildir. Başta Balzac’ın eserleri olmak üzere 19. Yy. da yazılmış Fransız romanlarında yüzler ve vücutların yanı sıra, kılı kırk yaracasına tasvir edilen evler, döşemeler ve elbiselerin anlatımını içerir. Burada söylenmek istenen; görünen şeyi en iyi şekilde yazıya dökebilmektir. Çünkü Balzac’ın yorum yaptığı süreçte bol ağdalı dekorlar çizmeye, olayın geçtiği yeri iyice belirtmeye, olayda rol alan kişililerin dış görüntülerini kılı kırk yararcasına anlatmaya bile önem veriliyordu.  Üstelik romanın iyi olmasına ancak betimlemeler sonucu karar veriliyordu.”
Ne var ki daha sonraki süreçte okuyanların bu nevi betimlemelerden çok hoşnut kalmadığı anlaşıldı. Bunun nedeni de, bir olayı; uzun uzadıya yapılan betimlemeler nedeniyle tam netleştiremeden kitabı bırakmak zorunda kaldıklarıydı… Tabi bu durum önemli bir engeldi yenilikçiler için. Bunu anlar anlamaz, hemen çare aramaya başladılar. Çareyi de şu şekilde buldular; kitapta ilk tanımlamayı, ya da başlangıç tanımlaması denilen betimleme uygulamalarını ya tamamen uygulamasından kaldırdılar, ya da yok denecek kadar aza indirme yolunu seçtiler… Gerek realistlerin gerekse romantiklerinin yazımlarında betimleme albenisiyle bir beceri gösterisine bürünür.  Özellikle bu iki grup  - Tema ile ilgisi olsun, ya da olmasın betimlemelerin metin dışı süslemeler şeklinde yapılmasını uygun görürler. Ancak bu durum modern romana geçildiğinde daha mantıklı, söz yerindeyse yeri geldiğinde, yani yazımın tamamına serpiştirilerek sindirilmeye çalışılarak yapılır. Sonuçta Zola’ nın dediğini yaparlar, “sırf tasvir yapmak için tasvir yapmazlar.” Yeri geldiğinde yaparlar…
Betimleme yapmak için aşağıdaki hususlara dikkat etmek gerekir:
-Yaptığımız betimleme okuyana erinç ve gönül rahatlığı verilmelidir. Hatta içeriğiyle onu aydınlatmalı, bilgi sahibi yapmalıdır.
Bilginin ansiklopedik olmasında sakınca yoktur. Ancak bunu yaparken konunun ilgi odağı olan ana fikirden kesinkes uzaklaşılmamalıdır.
  Bunun için de çevrenin her türlü perspektifini anlatmadan çok, okuyanda duygu ve düşünceyi öne çıkaracak mutluluk ilkelerine ya da üzüntü yaratacak düşüncelere değinilmelidir. Buradaki ölçü de; konuyu birbirine bağlayacak çevre betimlemeleri, konu içeriğinden beslenen betimlemeler her zaman yazarın ruh boyutuyla eşit olması gerekir.
Eski klasik eserlerde; 
Yazıma başlarken bir oyun için geçerli olan dekor nasıl yazılıp oluşturuluyorsa, roman başlangıcında göze görünen çevre odur. Yani dekor…  Bu husus en ince ayrıntılarına kadar anlatılırdı. Anladığıma göre bunun tek nedeni vardı. O da, ilk başlangıçta okuyucuya çevre hakkında yeterli bilgi verme ve mevcut konuya, yazım bütünlüğü içinde bir daha geri dönmemekti. Bana kalırsa bu sav yanlıştır. Çünkü betimleme yapılan süreç yaşamın geçtiği süreçtir. Yani şimdiki zaman! Bu nedenle işlevin önceden bilinmesi olanaksızdır. Üstelik yazımın akımı halinde kaleminizin sizi hangi mecraya sürükleyeceği de belli değildir. Ancak yaşadığınız çevreye göre betimlemenizi yaparsınız. Bu söylemlerin arkasından betimlemenin özünü şöyle tarif etmek de mümkün: Denildiği gibi bir çizme ya da somutlaştırma sanatı değildir. Bir edebi anlatım biçimidir. Romancı bunu yaparken okuyana beğenisini sanacağı bir nesneyi görebildiği yönüyle tarif etmek, onu açıklamak ister. Böylece okuyanı etki altına alacağını düşünür. Çünkü bu sunumuyla ona görmediği bir cenneti sunar.  Dolayısıyla okuyanı yazın dünyasının olağanüstü büyüsüne taşır.
Betimlemeler; ÖZNEL, NESNEL olarak iki türde yapılır.
Anlatılacak konu, tüm doğallığıyla vurgulanıyorsa buna nesnel, yani gerçekçi betimleme denir. Eğer betimleme yazılacak konu, duygulara göre değiştirilerek yazılıyorsa bunda da öznel, yani sanal betimleme denir.
Gerek görüldüğünde iki betimleme bir arada yapılabilir.
Şimdi Nesnel betimlemeye bir örnek verelim:
“Oturma salonu günümüze göre döşenmişti. Kapıdan girişteki sağ duvarda kocaman oval madeni bir duvar aynası vardı. İki tarafında da Beyefendi ile Hanımefendinin evlilik resimleri… Küçük olanın renkleri daha netti. Resimlerin altında üç kişilik bir klasik oturma koltuğu, onun karşısında, yan yana bir kişilik ve iki kişilik birer koltuk daha konmuştu. Orta da kocaman yuvarlak bir sehpa, sehpanın üstünde de iki kristal küllük… Kapı girişinin tam karşısına gelen duvarda, boydan boya ama tam ortada bulunan televizyon bölümü ile kocaman vitrinli bir dolap… Raflarda tabaklar, kahve fincanları, şarap ve rakı bardakları… Üstünde de küçük beyin afili bir resmi…” biçiminde gerçek görüntü ne ise sadece onlar anlatılmalıdır.
Şimdi de öznel betimlemeye bir örnek verelim:
Yan komşumun evinin hemen yan tarafında ikinci kata kadar yükselen düzensiz ve rengi kaybolmuş bir tuğla yığıntısı gözüküyordu. Biraz içbükey görüntüsüyle her an yıkılacakmış gibi bir hali vardı tuğla yığının.  Eğer o anlamsız yığıntı olmasa, küçük ama o güzel bahçe böyle kör bir kuyuyu andırmayacaktı… (burada tuğla yığıntısının kör kuyuya benzetilmesi ve yıkılacakmış gibi görünen hali, sanal bir benzetiştir.)
Şimdi bir de öznel ve nesnel betimlemenin birlikte yapıldığı örneğe bakalım: (nesnel betimlemenin altı çizilidir.)
Günün yeri ışıdı, ışıyacak… Sabahın ilk ışıklarını emen deniz apaktı. Martılardan hala ses yoktu. Gün doğmadan önce dünyamız dümdüzken, deniz işte böyle sonsuz bir aklığa keser.”
Burada çok hoş yansıyan bir şey vardır oda, betimlemeyi oluşturan objeyi tamamlayan ya da oylumlandıran biçim, bir dekor olmaktan çok, sadece konunun duygusal yönüyle ilintili. Dolaysıyla konun estetik yapısı ortaya konulmuştur. O nedenle konu daha ayrıcalıklı biçimde ortaya çıkar. Oysa Asıl anlatıya renk ve süreklilik katan betimleme şöyle olmalıdır:
Yazarken yapacağımız betimleme, anlatının genel yapısını bozmayacak biçimde, eserin sadece bir yerinde değil, bütünü içine dengeli biçimde yayılmalıdır.  Ama bu uygulama, uygulama zamanı geldiğinde ve asla abartıya kaçmadan hatta konu bütünlüğünde orantılı olacak biçimde yapılmalıdır.
Romanda betimlemenin yapılabilmesi için iki eleman gereklidir. Bunlardan birici anlatıcıdır, öteki de kahramandır.
-Anlatıcıyla yapılan betimlemeler:
Roman, içinde yaşadığımız sürece gelen kadar yaptığı katkıları saymakla bitmez.  Bu katkıların yapısında mutlaka betimlemeler vardır.
Bugünde bu tür betimlemelerle romanlar yazılmaktadır, bunu hepimiz biliyoruz. Özellikle duygu yoğunluğu ve milli hislerin anlatıldığı romanlarda bu durum hala sürmektedir. İşte, bu türde yapılan betimlemeye yazarın bakış açısıyla yapılan betimle diyoruz.
-Bununla birlikte bir de kahramanların bakış açısıyla yapılan betimleme türü vardır.  Asıl önemli olan da budur. Modern romanda gerçekleştirilen biçimi de budur. Burada görevi yapan anlatıcı değil, romanda rol alan kahramanlardır. Bu türün yazarları anlatıyı kendi görüşüymüş gibi sunmayı sevmezler. Onlar her şeyi kahramanın bakış açısına bırakıp, kendileri aradan çekilirler. Bu tür betimlemeler daha çok gerçekçi yazınlarda görülür. Gerçekçilerin bu yaklaşım açısıyla yapılan betimlemeler, yazım tekniği açısından daha önemli bir boyut kazanmıştır.  Bunu inkâr edemeyiz, ama buna ekleyecek başka bir savımız daha vardır, O da, modern romancıların olaya bakışıdır.
 Onların yazım tarzında betimleme daha çok somutlaştırma anlayışının da ötesine geçip, bir gösterme, sezdirme boyutuna girmiştir. Bu durum çok önemli bir kavramdır. O nedenle asıl akılda tutulması gereken şudur:
Yazarın hangi dünyada yaşadığını bilmesi… Elbette şimdiki gerçek dünyaya aittir yazar. Ama esinlediği bilgi geçmişten kaynaklanır. O nedenle tarafsız olması, kurguladığı romanın dışında tutması gerekir. Eğer bu gerçeğe uymazsa, romanın iç dinamikleri sayılan karakterler oluşamadığı gibi, arzu edilen roman dokusu da sağlanamaz.
Bütün bu bilgilerin arkasından, olguyu daha geniş anlamda düşünürsek, betimleme çevreyi, olayı ve insanları okuyucunun usunda en kolay biçimde resimleyecek şekilde yerleştiren, adeta nakşeden önemli bir roman yazım tekniğidir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder