Romanda
Betimleme Tekniğini nasıl uygulayalım?
Roman,
yaşanmış ve yaşanma olasılığı olan her olayı, kişi, yer ve zaman belirterek
anlatan bir edebiyat dalıdır. Yazar eserini yazarken, içinde yaşamını
sürdürdüğü dünyaya öykünür. Yani
bir olayı aslına benzetmeye çalışır. Taklit eder. Bu taklidi yaparken yaşamın aynısı olmasa
bile, benzer yaşamdan farklı kesitler sunar. Yazarın buradaki asıl amacı,
bireysel yaşamı göründüğü gibi tıpatıp aktarmak değil, tam tersine öykünecek
konuya gerçekmiş gibi bir biçim kazandırmaktır. Eğer yazımda bu ölçüm
yaratılmazsa, okuyucu anlatılanın havasını yakalayamaz, hikâyenin ne olduğu
hakkında da yeterli bilgi sahibi olamaz. İşte istenilen bu hava ancak yazım
teknikleri yoluyla oluşur. Bunlardan biri de betimleme tekniğidir.
Betimle, temel anlamda, görüleni
somutlaştırmaktır. Yani var olanı (gerçeği) duygularla açıklama biçimidir. Bunu yaparken, anlatının kendine özgü
çizgilerini, rengini, oylumunu, kısacası dış görünümüyle içsel görünümünü de
anlatıya dökebilmedir. Modern
romanda betimle oldukça aza indirilmiş gözükse de, günümüze değin geçen süreçte
de oldukça sık başvurulmuş bir tekniktir. Bugünkü post-modern uygulamada bu
tekniğe pek rağbet edilmediği doğrudur. Ama çaresizliği de hep hissedilmiştir.
Bununla da yetinilmeyip hiç kullanılmayacağı savı ileri sürülür ama betimleme
olmadan da roman yazılamaz.
Bu
açılamaya benzer bir sürü açıklamanın olduğunu biliyoruz. Ama benim kanımca,
burada yazarın görüşü, en güçlü olanıdır. Yani betimlemenin olup olmayacağına
yazar karar vermelidir. Ben
bu soruna daha çok yazım kuralı olarak bakarım. Uygun bulduğum yerde de
yapmaktan çekinmem. Çünkü bu konuyu daha çok
psikolojik, o oranda da kültürel sorun
olarak ele alıp değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Zira içinde
bulunduğumuz zaman, özellikle de elektronik çağ dediğimiz süreç, insandaki
düşünce ve algılama biçimini çok hızlı biçimde değiştiriyor. Bu deşiklik
insanı, toplumu ve çevreyi de kendine benzetip adeta çözümlenemeyen bir ruh
yapısına itiyor... Bu nedenle sayfalarca yazılmış bir betimlemenin dayanılmazlığını,
yazar olarak artık iyi düşünmemiz gerekiyor. Günümüze modern ağırlıklı yaşam
denilse de, tüketime koşullandırılmış, hatta düşüncesi bile elinden alınmış bir
birey modeliyle karşı karşıyayız. Böyle bir insanın sabır derecesi de
sınırlıdır… İşte betimlemeleri yaparken bu sınırlı sabrı göz önüne almamız
gerekiyor.
Benim
asıl düşünceme göre bu sav işin doğallığına aykırıdır derim. Çünkü betimleme
eseri oluşturan ve birbirinden ayrı gibi algılanan küçük öykücüklerin, bitim ve
başlangıç noktalarını bir araya getirip, uçucuna ekleyen adeta bir tutkaldır.
Bölümcükler arası köprüdür aynı zamanda. İnsanlar bu köprüden hoşnutluk
duyarlarsa kitapla bağlantıları daha sıcak olur. Başka bir bakış açısı, betimlemeyi,
konuyu ayrıntılarıyla anlatma, ifade etmek şeklinde ifade eder. Betimleme
sanatı, yazılacak bir romanda, rol verilen karakter, zaman, yer ve olay gibi
romanın teknik parçalarını göz önüne serme ve onları gösterme sanatıdır.
Önemli
bir anımsatma: Betimleme yapılırken, görülen ya
da anlatılmaya çalışılan modeli, tam göründüğü gibi anlatmaya çalışmamalıyız.
Aksine modelde göze daha hoş gelecek, ruhsal yapımızı öne çıkaracak
öncelikleri, karakterleri ve estetik yönleri bulup, onları anlatırken yazımı gerçeklik
süsü ile süslemeliyiz. Bu da romancının iyi bir gözlem yapmasıyla koşullu
olup, ayrıntıları alıcı bir gözle
yakalayabilmesine bağlıdır. Betimle en çok 19. yy. da
doğa ve çevre romanı anlatımlarında ilgi çekmiştir. Bu süreçte bilim adamları da bazı konulara
çok önem vermişler, içinde bulundukları sürecin gündem yaratan konularının
romanda yer almasını özellikle istemişlerdir. Bu istek biraz da yeni
bilinenlerin insan psikolojisi üstündeki etkilerinin ölçeğini bilme kaygısıdır.
Bunda da haklı olduklarını düşünüyorum. Çünkü romanın konusu insandır. Onun
içinde yaşadığı süreçte ilgi odağı ne ise anlatıların başına onun konulması çok
doğaldır. Böylece insanların
geçmişlerinin sosyal alandaki kronolojik kayıtları, çevreyle imlendirilip,
birlikte anlatılması, romanın dokusuna estetiklik kattığı kadar, zaman zaman da
anlamsız diyebileceğimiz bilgilerin gerçekle ilinti ölçüsünün ne olabileceğini
ortaya çıkarmıştır. O nedenle özellikle romantizmin bu süreçte doruk noktaya
ulaştığını söyleyebiliriz. Çünkü roman yazımındaki betimlemelerin estetik olarak benimsenmesi, bu süreçte
başlamıştır. .Betimleme romana albeni kazandırıp, ruha ve göze hitap etmesiyle,
okuyanlar mutlu olunca romantikler, bunu
daha ayrıcalıklı boyuta taşımışlardır. Çünkü romantiklerde duygusal yönlü
betimlemeler önem taşımaktadır. O süreçte iyi
roman güzel betimleme demek anlamı taşıyordu. Ne var ki ayni betimleme sanatı, ayni süreçte realistlerce şekil değiştirmiştir. Çünkü adı üstüne gerçekçiler
(realistler) sadece gördüklerini yazarlar. Asla abartmazlar konuyu.
Benimsedikleri kalıplar, sadece anlatımı kolaylaştıran bir yöntemden ileri
gitmez. Natüralistler ise,
betimlemeyle yaşadıkları dünyayı daha güzel ve daha ayrıcalıklı boyutlara
taşımaya çalışmışlardır. Çünkü onlar betimlemede, bir çizginin büyük bir
ayrıntı olduğunu düşünüp, bunları okura yansıtmayı adeta görev bilmişlerdir. İşin
gerçek yönünü söylemek gerekirse, betimlemedeki renk çokluğu, çağdaş roman dediğimiz günümüz
romanında da kullanılmıştır. Hala da kullanılmaktadır. Sonuç olarak roman,
bugünkü şekliyle daha ayrıcalıklı ve daha anlamlı yazım haline gelmiştir. Ama onlar, (çağdaş romancılar): Abartısızca
sadece gördüklerini betimlemeye çalışırlar. Çok zamanda betimlemeyi anlatıya
katkı yapan bir parça olarak yorumlayıp; olayı daha somutlaştırmak yanı sıra
okuyanda daha iyi algı yaratmak için yapmışlardır. İş böyle olunca betimleme
işi duvarda çakılı bir resim durumundan kurtulup, bir modelin –beni de yaz-
diyen içsesini yansıtan bir araç haline gelmiştir.
Bu yönde Robbe’nin şu değerlendirmesi akılcı
bir savdır benim için. “Betimleme modern
bir buluş değildir. Başta Balzac’ın eserleri olmak üzere 19. Yy. da yazılmış
Fransız romanlarında yüzler ve vücutların yanı sıra, kılı kırk yaracasına
tasvir edilen evler, döşemeler ve elbiselerin anlatımını içerir. Burada
söylenmek istenen; görünen şeyi en iyi şekilde yazıya dökebilmektir. Çünkü Balzac’ın yorum yaptığı süreçte bol
ağdalı dekorlar çizmeye, olayın
geçtiği yeri iyice belirtmeye, olayda rol alan kişililerin dış görüntülerini
kılı kırk yararcasına anlatmaya bile önem veriliyordu. Üstelik romanın iyi
olmasına ancak betimlemeler sonucu karar veriliyordu.”
Ne
var ki daha sonraki süreçte okuyanların bu nevi betimlemelerden çok hoşnut
kalmadığı anlaşıldı. Bunun nedeni de, bir olayı; uzun uzadıya yapılan betimlemeler
nedeniyle tam netleştiremeden kitabı bırakmak zorunda kaldıklarıydı… Tabi bu
durum önemli bir engeldi yenilikçiler için. Bunu anlar anlamaz, hemen çare
aramaya başladılar. Çareyi de şu şekilde buldular; kitapta ilk tanımlamayı,
ya da başlangıç tanımlaması denilen betimleme uygulamalarını ya tamamen
uygulamasından kaldırdılar, ya da yok denecek kadar aza indirme yolunu
seçtiler… Gerek realistlerin gerekse
romantiklerinin yazımlarında betimleme albenisiyle bir beceri gösterisine
bürünür. Özellikle bu iki grup - Tema ile ilgisi olsun, ya da olmasın
betimlemelerin metin dışı süslemeler şeklinde yapılmasını uygun görürler. Ancak
bu durum modern romana geçildiğinde daha mantıklı, söz yerindeyse yeri
geldiğinde, yani yazımın tamamına serpiştirilerek sindirilmeye çalışılarak
yapılır. Sonuçta Zola’ nın dediğini yaparlar, “sırf tasvir yapmak için tasvir yapmazlar.” Yeri geldiğinde
yaparlar…
Betimleme
yapmak için aşağıdaki hususlara dikkat etmek gerekir:
-Yaptığımız betimleme
okuyana erinç ve gönül rahatlığı verilmelidir. Hatta içeriğiyle onu
aydınlatmalı, bilgi sahibi yapmalıdır.
Bilginin ansiklopedik
olmasında sakınca yoktur. Ancak bunu yaparken konunun ilgi odağı olan ana
fikirden kesinkes uzaklaşılmamalıdır.
Bunun için de çevrenin her türlü
perspektifini anlatmadan çok, okuyanda duygu ve düşünceyi öne çıkaracak
mutluluk ilkelerine ya da üzüntü yaratacak düşüncelere değinilmelidir. Buradaki
ölçü de; konuyu birbirine bağlayacak çevre betimlemeleri, konu içeriğinden
beslenen betimlemeler her zaman yazarın ruh boyutuyla eşit olması gerekir.
Eski klasik
eserlerde;
Yazıma
başlarken bir oyun için geçerli olan dekor nasıl yazılıp oluşturuluyorsa, roman
başlangıcında göze görünen çevre
odur. Yani dekor… Bu husus en ince
ayrıntılarına kadar anlatılırdı. Anladığıma göre bunun tek nedeni vardı. O da,
ilk başlangıçta okuyucuya çevre hakkında yeterli bilgi verme ve mevcut konuya,
yazım bütünlüğü içinde bir daha geri dönmemekti. Bana kalırsa bu sav yanlıştır.
Çünkü betimleme yapılan süreç yaşamın geçtiği süreçtir. Yani şimdiki zaman! Bu
nedenle işlevin önceden bilinmesi olanaksızdır. Üstelik yazımın akımı halinde
kaleminizin sizi hangi mecraya sürükleyeceği de belli değildir. Ancak yaşadığınız
çevreye göre betimlemenizi yaparsınız. Bu söylemlerin arkasından betimlemenin özünü
şöyle tarif etmek de mümkün: Denildiği gibi bir çizme ya da
somutlaştırma sanatı değildir. Bir edebi anlatım biçimidir. Romancı bunu
yaparken okuyana beğenisini sanacağı bir nesneyi görebildiği yönüyle tarif
etmek, onu açıklamak ister. Böylece okuyanı etki altına alacağını düşünür.
Çünkü bu sunumuyla ona görmediği bir cenneti sunar. Dolayısıyla okuyanı yazın dünyasının
olağanüstü büyüsüne taşır.
Betimlemeler;
ÖZNEL, NESNEL olarak iki türde
yapılır.
Anlatılacak
konu, tüm doğallığıyla vurgulanıyorsa buna
nesnel, yani gerçekçi betimleme denir. Eğer betimleme yazılacak konu,
duygulara göre değiştirilerek yazılıyorsa bunda da öznel, yani sanal betimleme denir.
Gerek
görüldüğünde iki betimleme bir arada yapılabilir.
Şimdi
Nesnel betimlemeye bir örnek verelim:
“Oturma
salonu günümüze göre döşenmişti. Kapıdan girişteki sağ duvarda kocaman oval
madeni bir duvar aynası vardı. İki tarafında da Beyefendi ile Hanımefendinin
evlilik resimleri… Küçük olanın renkleri daha netti. Resimlerin altında üç
kişilik bir klasik oturma koltuğu, onun karşısında, yan yana bir kişilik ve iki
kişilik birer koltuk daha konmuştu. Orta da kocaman yuvarlak bir sehpa,
sehpanın üstünde de iki kristal küllük… Kapı girişinin tam karşısına gelen
duvarda, boydan boya ama tam ortada bulunan televizyon bölümü ile kocaman
vitrinli bir dolap… Raflarda tabaklar, kahve fincanları, şarap ve rakı
bardakları… Üstünde de küçük beyin afili bir resmi…” biçiminde gerçek görüntü
ne ise sadece onlar anlatılmalıdır.
Şimdi
de öznel betimlemeye bir örnek verelim:
Yan
komşumun evinin hemen yan tarafında ikinci kata kadar yükselen düzensiz ve
rengi kaybolmuş bir tuğla yığıntısı gözüküyordu. Biraz içbükey görüntüsüyle her
an yıkılacakmış gibi bir hali vardı tuğla yığının. Eğer o anlamsız yığıntı olmasa, küçük ama o
güzel bahçe böyle kör bir kuyuyu andırmayacaktı… (burada tuğla yığıntısının kör
kuyuya benzetilmesi ve yıkılacakmış gibi görünen hali, sanal bir benzetiştir.)
Şimdi
bir de öznel ve nesnel betimlemenin birlikte yapıldığı örneğe bakalım: (nesnel
betimlemenin altı çizilidir.)
Günün
yeri ışıdı, ışıyacak… Sabahın ilk ışıklarını
emen deniz apaktı. Martılardan hala ses yoktu. Gün doğmadan önce
dünyamız dümdüzken, deniz işte böyle sonsuz bir aklığa keser.”
Burada
çok hoş yansıyan bir şey vardır oda, betimlemeyi oluşturan objeyi tamamlayan ya
da oylumlandıran biçim, bir dekor olmaktan çok, sadece konunun duygusal yönüyle
ilintili. Dolaysıyla konun estetik yapısı ortaya konulmuştur. O nedenle konu
daha ayrıcalıklı biçimde ortaya çıkar. Oysa Asıl anlatıya renk ve süreklilik
katan betimleme şöyle olmalıdır:
Yazarken
yapacağımız betimleme, anlatının genel yapısını bozmayacak biçimde, eserin
sadece bir yerinde değil, bütünü içine dengeli biçimde yayılmalıdır. Ama bu uygulama, uygulama zamanı geldiğinde
ve asla abartıya kaçmadan hatta konu bütünlüğünde orantılı olacak biçimde
yapılmalıdır.
Romanda
betimlemenin yapılabilmesi için iki eleman gereklidir. Bunlardan birici anlatıcıdır, öteki de kahramandır.
-Anlatıcıyla yapılan betimlemeler:
Roman,
içinde yaşadığımız sürece gelen kadar yaptığı katkıları saymakla bitmez. Bu katkıların yapısında mutlaka betimlemeler
vardır.
Bugünde
bu tür betimlemelerle romanlar yazılmaktadır, bunu hepimiz biliyoruz. Özellikle
duygu yoğunluğu ve milli hislerin anlatıldığı romanlarda bu durum hala
sürmektedir. İşte, bu türde yapılan betimlemeye yazarın bakış açısıyla yapılan
betimle diyoruz.
-Bununla
birlikte bir de kahramanların bakış açısıyla yapılan betimleme türü vardır. Asıl
önemli olan da budur. Modern romanda gerçekleştirilen biçimi de budur. Burada
görevi yapan anlatıcı değil, romanda rol alan kahramanlardır. Bu türün
yazarları anlatıyı kendi görüşüymüş gibi sunmayı sevmezler. Onlar her şeyi
kahramanın bakış açısına bırakıp, kendileri aradan çekilirler. Bu tür
betimlemeler daha çok gerçekçi yazınlarda görülür. Gerçekçilerin bu yaklaşım
açısıyla yapılan betimlemeler, yazım tekniği açısından daha önemli bir boyut
kazanmıştır. Bunu inkâr edemeyiz, ama
buna ekleyecek başka bir savımız daha vardır, O da, modern romancıların olaya
bakışıdır.
Onların yazım tarzında betimleme daha çok somutlaştırma anlayışının da
ötesine geçip, bir gösterme, sezdirme
boyutuna girmiştir. Bu durum çok önemli bir kavramdır. O nedenle asıl akılda
tutulması gereken şudur:
Yazarın
hangi dünyada yaşadığını bilmesi… Elbette şimdiki gerçek dünyaya aittir yazar.
Ama esinlediği bilgi geçmişten kaynaklanır. O nedenle tarafsız olması,
kurguladığı romanın dışında tutması gerekir. Eğer bu gerçeğe uymazsa, romanın
iç dinamikleri sayılan karakterler oluşamadığı gibi, arzu edilen roman dokusu
da sağlanamaz.
Bütün
bu bilgilerin arkasından, olguyu daha geniş anlamda düşünürsek, betimleme çevreyi, olayı ve insanları okuyucunun
usunda en kolay biçimde resimleyecek şekilde yerleştiren, adeta nakşeden önemli
bir roman yazım tekniğidir.