30 Kasım 2015 Pazartesi


Uzak da olsam sanatını, kişiliğini her zaman duyumsadığım bir şair:
                Fatma Hatun Esen’den söz ediyorum. Samsunlu bir şair dostum… Beş yıl önce ayni Yayınevinde yazmamızdan ötürü, İzmir kitap fuarında tanışmıştım. Öyle sıcak davranışı, öylesine içten bir dostluk sergileyişi vardı ki; bunu anlatmak gerçekten çok zor. Bunun yarattığı birliktelik bu güne kadar sürdü. Umarım bundan sonra da devam eder.
İşte bu çıtı-pıtı kardeşim, hep gülen bakışının en anlamlı gizemini yüreğime yönlendirirken, elime bir kitap tutuşturmuştu… “BEN YAŞAMA GÜLÜMSEMEYİ SEÇTİM” Başlığını, kitabın kapağında okuyunca doğrusunu söylemek gerekirse, uzun süre sesiz kalmayı yeğledim. Zira gülüşünün rengi oldukça buruk gelmişti yüreğime… Gülüşün rengi olur mu hiç demeyin. Elbette olur. İmgeyi yakalaya-bildiğince, onun anlam giyineğini üstüne giydiğin sürece, bakışın rengi bal gibi olur. Hatta tadı bile… Onun için demez miyiz, “Neden acı acı bakıyorsun? Diye…”
 Fatma Hatunu yaptığı sanatı anlamıyla sevgili şair dostum Refik Uğurdan da dinlemiştim. “Sözcüklere kelebek örneği dokunan şair” demişti. Kelebekleri iyi bilirim, kısa ömürlerini büyük mutluluklara adadıkları için her çiçeğe, her ışığa ulaşmaya çalışırlar… Bu davranış bir adanmışlıktır… Peki, şimdi şu soruyu sormamın zamanı gelmedi mi? “BEN YAŞAMA GÜLÜMSEMEYİ SEÇTİM?” deyimi ne anlama geliyor? Hepinizin sustuğunu görüyorum. Ama ben susmayacağım, çünkü yanıtını hemen söyleyip sizleri bu sıkıntıdan kurtaracağım. Yaşamı doğallığıyla kabullenme; sevince de, acıya da gülümseyebilme edimi kazanmak en kısa yanıt! Esen’in de yaptığı bu…
“Hırçınsın, öfkeli / Yaramaz çocuklar gibi / Biri gelir biri gider güzellerin/ Hünerin çapkınlık senin / Kime bakarsan bak / İki bağışlanmış günah gibi / Hep gülümseyeceğim sözlerine / Taş atıp kırsan cam kalbimi / Toplayıp kırıklarını / Yine gülümseyeceğim / Ben yaşama gülümsemeyi seçtim / Gülümseyeceğim /Sana bile gülümseyeceğim.”
Diye biten şiiri, yazımın girişinde anlatmaya çalıştıklarımın özeti değil mi?
Her canlının bir yaşam özeti vardır. Fatma Hatun’un yaşamı da aynen bizimkiler gibi olumlu, olumsuzluklarla doludur muhakkak. Şiirindeki duygu kırılmalarından anladığım kadarıyla az da olsa olumsuzlukları fazla yaşamışa benziyor, bencileyin… Bu her yazarın kaderidir, çok zamanda sermayesidir. Çünkü bunlardır onu söyleten, şair yapan! Sanatını besleyen… Sıradan bir kişi hiçbir zaman tepkili davranmaz. Ama toplum adına olduğu kadar, bireysel davranmak diye ilke vardır. Bu da sanat yapan kişinin işidir. Güzel şairimizi işte böyle bir kategorinin içinde görüyor, her iki duyarlılığını da abartmadan, kişiliğine yakışır, sade ve anlaşılır biçimde, okuyana anlatmaya çalıştığını görüyorum. Bakın bunu ne güzel yansıtmış:
“Kese kâğıdı ile babamın ellerinde eve gelen / Sobanın üzerinde pişen / Sıcacık anılar biriktirdiğim / Masallarım, düşlerim, sevgilerim ve umut dolu / Kestane akşamlarım var benim…”
Sanat ve sanatçı da “son” diye bir tanımlama yoktur. O hep sahip olduğunun en iyisini, içinde yaşadığı çağının gereksinimleri ölçüsünde kendisini izleyenlere sunmaya çalışır. Bunu yaparken kendisiyle barışık olmadığı zamanlar bile olur. Ama bunu kendi sanat potasında eriterek sanatını sunduklarına belli etmemeye çalışsa da, söylemleri ya da yazdıklarının birçoğu aksini söyler. Bu öyle bir zıtlıktır ki; olgunluk söylemi, başlangıç dönemi kadar sivri uçlu olsa da batıcı değildir. Okuyanı acıtmaz. Üstelik düşündürür. İşte bu süreç yazanın olgunluk, ustalık dönemidir. Esen’in böyle kıvançlı bir dönemin içinde olduğunu görüyor ve biliyorum. Çünkü söyleyeceklerini, eğip bükmeden, yüreğinden nasıl doğuyorsa olduğu gibi yansıtıyor. Ama bunu yaparken şiir denen o güzel mucizenin dil oyunlarını yerinde kullandığı kadar, sanatçı olmanın sorumluluğunu da çok güzel uyguluyor. Bu yönüyle onu sözcük bahçesinde oyun oynayan yaramaz çocuklar gibi görüyorum. Umarım bu çocuk yüreğini hep taşır… Bakın yine o çocuk yüreği ne diyor:
“Ne istiyorsun, ne istemiyorsun açıkla söyle/ Dizelere değil bana söyle /Yorma beni / Toparla kendini ve söyle
İstiyorsan ziyan et bu aşkı! / İstiyorsan yaşa / Yalım… / İkisine de varım / Sen sadece hangisi onu söyle…”
 Nice yapıtlara diyorum, sevgili Fatma Hatun Esen kardeşim…
BEN YAŞAMA GÜLÜMSEDİM
GÖLKİTAP YAYINCILIK
Değerli dostlar;
Sanat yorumları ve eleştirileri, bunların içinde özellikle de edebiyat, üç geleneksel yaklaşım dediğimiz –Projeksiyon -Açımlayıcı şerh –Poetika esaslarına göre yapılır. Ama ben Bloğumda eleştiri ve yorum yapmıyorum. Yazar ve şair dostlarımın kitaplarını tanıtmaya, içerik olarak neler yansıtmaya çalıştıklarından ufak ufak ipuçlarını vererek, okuyucunun kitabı tanıması için rehberlik yapmaya çalışıyorum. Aynı zamanda yazarın kimliği hakkında da küçük bilgiler sunuyorum. O nedenle tanıtım yazılarım belki bu haliyle yadırganabilir. Ama ben kendi çapımda böyle herkesin anlayabileceği biçimde bir tanıtımı sürdürmeyi düşünüyorum.
Sürçü lisan ettiysem affola!...


29 Kasım 2015 Pazar


Değerli dostlarım; 
Blokta en çok sorulan sorulardan biri de, romanda istenilen bir geri dönüşün ne olduğu, nasıl uygulandığı sorulmaktadır. Birikimim oranında bunları sizlerle paylaşmaya çalıştım. Umarım aradığınız konuları yazının içerisinde bulursunuz. Saygı ve sevgilerimle.
Erdoğan Baysal


Romanda Geriye Dönüş Tekniği Nasıl Yapışır?

Roman, zaman bakımından geçmiş zaman- şimdiki zaman- gelecek zaman- gibi zaman çekimlerini bünyesinde barındıran bir yazım türüdür. Bu türlerin içinde en geçerli olan zaman şimdiki zamandır.
Çünkü olayda geçecek tüm olasılıklar şimdiki zaman içinde kurgulanır. Daha ilerisi, içinde bulunduğu zamandan, geçmiş zamana, hatta gelecek zamana uzanabilmek, onu ayırt edip sezdirebilmektir. İşte, bu somut savı yazımda becerebildiğimiz sürece roman anlatımı özellik kazanır ve anlatımları gerçeğe daha yakın duracak hale getirir. Bu hususta dil ustası Cevdet Kudretin şu sözüne çok değer veririm:
 “Geçmiş zaman roman için önemli bir zaman dilimidir. Şimdiki zaman ise, bir anlamda geçmişe adanmış yaşantıların armonisidir. Şimdi bir görecedir. Bir olayı sıcağı sıcağına yazsak bile, geçmişi anlatmış oluruz. ONUN İÇİN ROMAN FİZİKİ ZAMANA DEĞİL, TOPLUMSAL ZAMANA BAĞLIDIR.
Romana yazım özelliğini veren değerlerin, yani insan, çevre, zaman, eşya ve düşüncenin de, geçmişi olacağını düşünebilmeliyiz. İşte yazar, bu düşünebileceğimiz geçmişe ve bu geçmişi çizen karakterlere, yaşadığı zaman dilimi içinde yeniden canlı bir görüntü vererek, sözü edilen geçmişi yakalar… Bunu yaratabilmek içinde geriye dönüş yazım tekniğini kullanır. Bu teknik işlevsel olarak üç şekilde uygulanır:
1-   Dar alamda geriye dönüş 2-Yapıcı geriye Dönüş 3-Çözücü geriye dönüş. Şimdi bunları açıklamaya çalışalım:
1-Dar anlamda geriye dönüş:

Yazımda görev alan kişi ve olayı tanımlamak için, yakın zaman sayılan bir saat, iki gün, birkaç gün öncesi gibi benzer süreçleri yansıtan tekniktir. Bu teknik genelde süreç belirleyici gibi görünse de, daha çok açıklanmak istenilen konuyu destekleyici açıklayıcı bir amaç taşır. 
Kısaca onun için, “şu an, yaşadığımız bir düşünceyi, geçmişte kalanla birleştirmek, ya da lehimlemek için başvurulan” bir teknik diyebiliriz.
Verilen bilgiler bazen bildiğimiz bilgi türleri olabilir. Öyle de olsa, bunları yazmaktaki amaç, malum bilgileri yenileyerek, bir daha hatırlatılmış yaşanmışlıklar yeniden anımsatılmış olur.
ÖRNEK : “… Oysa Halil Bey, Kazımın öğütten sonra Günay Beyle birlikte gidip, saatlerce baş başa konuştuğunu – o gün- bilmeyen birkaç kişiden sadece biridir. Öğüt biter bitmez derneğin başkanı, Gülay Hanımın kocasıyla Üç-yoldaki evine gitmiş, geceyi orada geçirdikten sonra, cumartesi akşama doğru eve dönmüştü.”
Burada dikkati çeken şey, söz konusu nasihatin, cumadan bir gün önce yapılmış, ama o günün vurgulanmamış olmasıdır.  Örnekte sadece zamanın altı çizilmiştir.

2-Yapıcı geriye dönüş:

-Yazıma neden olan olay ve kahraman hakkında,
-Eğer gerek duyuluyorsa olay hakkında yeterli tanıtım yapılmadığı düşünülüyorsa, yapıcı deriye dönüş tekniğine başvurulur.
Bu teknik genelde okuyucuyu aydınlatmak için başvurulan bir tekniktir. Daha çok, romanın ilerleyen bölümlerinde başvurulur. Karmaca dünyası olan romanın anlatımında, tanıtılmaya çalışılan başkarakterin bazı yönlerine okuyucu tarafından ilgi duyulacağı varsayımı düşünülerek kullanılır. Çünkü Romancılar, eserlerinde belli bir yere gelinceye kadar başkarakterinin bazı yönlerini bilinçli olarak sakladıkları yönünde bir sav vardı araştırma kitaplarında. 
 Bana göre de bu sav doğrudur. Çünkü bu suretle karakter daha gizemli bir hale bürünür. Bunu da daha çok romanın çekiciliğini artırmak ve ilgi uyandırmak için yaparlar. Yazım aşaması çözümlemeye doğru yöneldiğinde romancı hemen devreye girer, kahramanın bu gizli yönlerini blok halinde ya da parçalar halinde devreye sokar. Bu bilgi daha çok kahramanın biyografik (fiziksel yapısının) tanıtım ve çözümlenme aşamasında kullanılır.

3-Çözücü Geriye dönüş tekniği:

Bu teknik daha çok polisiye ve macera romanlarında uygulanan bir tekniktir. O nedenle bu teknikle romanın kurgusu öne çıkar. Çünkü olay daha iskelet halindeyken, ortaya çözümü gereken bir sav atılır. Bu sav, romanın çözüm analizi aşamasında, geriye dönük olarak çözümlenir. Yani önce isim olarak söylenir, sonra maceranın görünüşü sergilenerek olay dağıtılır. Son aşamada ise yeniden anımsatmalar yapılarak çözüme ulaştırılır. Yani önce cinayet sahnesi yaratılır, arkasından da çözüme ulaştırılır.
Bu durum günümüz modern romanlarında oldukça değişik olarak değerlendirilir. Çünkü çağcıl yani modern romanlarda geriye bakma-dönme diye bir eylem yoktur. Çağcıl romanın yazım akışı aynen bir insanın yaşamını andırır, dolaysıyla onun yönü hep geleceğe( ileriye) dönüktür.
Dönük sözcüğü burada romanın akışı anlamında kullanılmıştır. Bunu vurgulamak gerekir. Eğer verilen örnekler göz önüne alınırsa, Geriye Dönüş tekniğinin ara ara, ya da sürekli olarak verilmesi, romanın sürekliliğini keser diyebiliriz. İşte bundan ötürü modern romanın yapısına ters düşer. Yani vazgeçilmezliği olsa bile, çok da istenen bir uygulama değildir.
Zamanla romancılar buna da çare bulmuşlar ve yerine bilinç tekniğini geliştirerek, geriye dönüş tekniğinin yerine koymuşlardır. Sonuçta geriye dönüş tekniği daha farklı bir boyut kazanmıştır. Bu yönteme de roman yazımında ani sıçrama yöntemi denilmektedir.


27 Kasım 2015 Cuma


Duyusal ağırlığını zor taşıdığım bir kitap;
                Uzun geçmişe dayanan dostluğumuz olan şair Refik UĞUR,  iki ay önce okumam için imzalayıp bir kitap verdi. Onun şiirsel temasını çok iyi biliyordum. Benim gibi acıyı seven, acıları şiirlerine katık ederdi. O nedenle ona “Acının imgesiyle beslenen şair” derim çoğu kez… Tabii bu kazanımı onun topluma duyduğu ilgidendir. Onun acılarıyla, sevinçleriyle beslenip, onun kazanım ve yitikleriyle yazar şiirlerini.
                Asker kökenli bir şair olan Refik Uğur’u, biraz tanımaya çalışırsak; toplumsal duyarlılığını emekliliğinden sonra da sürdürüp demokratik kitle örgütlerinde görev aldığını görüyoruz. Halkevi yazmanlığı, İşçi sağlığı Derneği İzmir Şube Başkanlığı, Türkiye Yazarlar Sendikası İzmir Temsilciliği Yürütme Kurulu üyeliği, ilk akla gelen görevleri olduğunu gibi, yaklaşık kırka yakın yayın organında da ürünleri okuyucuyla buluşmuştur. Tanıtmaya çalıştığım bu eseriyle 5 adet şiir kitabı yayınlamıştır Sayın Uğur…
Sevgili Uğur’un kitaplarını okuduğunuzda iki önemli ileti alırsınız. Sevgi ve Özlem! Ama bu iki konu anlam olarak birbiriyle o kadar iç içedir ki; hangisi kendi yüreğinin sancısı, hangisi toplum adına duyduğu bir özlem ya da sevgidir, seçemezsiniz. Çünkü o insana âşıktır! İkisini asla birbirinden ayrı düşünmez. Kendine üzüldüğü kadar, topluma da üzülür. Çok zaman da yaşanılanlara isyan edip; yerine kendi cennetini koymaya çalışır. O cennetin sınırını da her zaman birey ve emek çizer. Yetmez, içini de o yüreğince isteği gibi doldurur… Bakın ”Sevgi Yükü Ağırdır” isimli son kitabının 32. Sayfasındaki “Elini alnıma koy” adlı şiiri bu söylediğimi onaylamıyor mu?
Elini alnıma koy/ tasarlamadan önce/ardıl kuşlar öğretisine / dizgin koparan öpüşleri/ özgür dünya özlemiyle.
Yine ayni kitabın 105 sayfasındaki “Bana sorma atlı şiirine bakalım Sevgili Refik arkadaşımın:
Bana sorma/ rengi uçurulmuş mevsimleri/ kuşu göçürülmüş kuşluğu/ tezek soluyan bacaların konuğu/ leyleklere sor!
Toplumsal düşünen insanların duygularının mutluluk adına resmini çizmek çok zordur. Çünkü merkeze insanı koyarlar. Artık onun bütün acıları acısı,  sevinci de sevincidir. Onunla ağlar onunla gülerler. İşte bu hasletler onun şiir adına anlamı kolay çözülemeyen imgeleridir. Bir zaman bir ozandan dinlemiştim “şiirin anlamı zor çözülmeli” diye… Oysa ben o gün o söze karşı çıkıp, anlamsız sözün ya da yazmanın ne gereği var, okuyan bir şey anlamayınca diye… Ben edebiyatta anlaşılmayana karşıyım. Üstelik bu eylem toplumun diline tercüman olacaksa…Refik Uğur emeğe hitap ettiği için anlaşılandır. Dili arı, durudur.
Şiirin dili roman dilinden çok farklıdır. Bunu bilen olarak açıklayamam. Çünkü romancıyım. Ama romanın da çok zaman içsellikleri yüze vuran düz yazılmış bir şiirsel sesleniş/ ya da yazıya dökülüş biçimi olduğunu iyi bilirim. O nedenle şiir konusunda yanlış söylemde bulundumsa, şair arkadaşlarım beni bağışlasınlar der, sevgili dostum için söyleyeceklerimi yine onun güzel bir şiiriyle bitiriyorum:
Bir sana güler / yatık yağan yağmurlar atında domuran / rengini gülen güller/ gül dalında şakıyan bülbüller / sen yürürken kostaklı / dilimizin güvenceli yolunda / emeğine açık ücreti ödenenleri / kirden arındıranların / gönendiren kolunda…
Gerçekten güzel demiş, güzel eylemişsin sevgili UĞUR; ellerine sağlık derken, senin o güzel yüreğinden öpüyorum. Nice anlamlı eserlere…
SEVGİ YÜKÜ AĞIRDIR

EGEUS YAYINLARI

26 Kasım 2015 Perşembe

Postmodern ve modern romanın farklılıkları



Değerli Dostlarım
Roman konusunda en çok sorulan sorulardan biri postmodern romanın ne olduğu ve modern romanla arasındaki yapısal farklılık. Bu soruyu bu yöndeki birikimim ölçüsünde yanıtlamaya çalıştım. Yanı sıra postmodern romanı temelden açıklamaya çalıştım. Umarım aydınlanacaksınız. Saygılarımla.

Post-Modern roman:
Post-modern roman için üstü kapalı bir ifade ve üst kurmaca diye söz edilse de, pek doğru değildir.  Çünkü böyle bir anlatma biçimi sadece Post-modern romana has bir anlatım biçimi değildir. Aynı özelliklerin bilim kurgu /fantastik ve büyülü kurgular için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz.
Bu türlerin en önemli özelliği gerçekliği reddetmeleridir. O nedenle aralarında bir sınır olması söz konusu değildir.
Post-Modern romanlar yapısal açıdan karmaşık, zaman zaman da anlamsız denebilecek hikâyeleri dokularında taşıdıkları için yeterli albeniyi, yani heyecanı yakalayamamıştır.
Bu özründen ötürü Postmodernistler,modernistlerin anlatma biçemlerine müracaat etmek zorunda kalmışlardır. Bu romanlar yapısal olarak daha çok:
-değişik türlerden alınan haber türleri,
-ansiklopedik bilgiler
-şiir ve özlü sözler gibi anlamlı metin parçalarını dokularında taşırlar.
Bu parçaları romanlarına koyarak, yazımın anlamına hem artist’sel rol verirler, hem de roman için yazımın can damarı sayılan estetiği yakalarlar.
Ne var ki; bunu yaparken bile, işin duygu yüklü derinliğine inmeyip, yüzeysel anlatmayı yeğlerler.
Çünkü onlar için roman bir sanat eseri değil, eğlence aracıdır. O nedenle derinliğe inip uzun araştırmalara girmeyi, felsefe yapmayı gerek görmezler. Sadece değişik dünya görüşlerinden derledikleri imgelerle yarattıkları romanları, sanat değeri yüksek bir anlatımdan öteye, daha çok, bir eğlence biçimine, karnaval havasına indirgemeye çalışırlar.
Ama son yıllarda bundan da sonuç alamadıklarından başka bir çıkış yolu aradıkları bilinmektedir. Bu çalışma ne kadar başarılıdır bilemiyorum. Çünkü ben yaşadığımız süreçte romanın anlatım ve teknik yönünden sıkıntı çektiğine fazla inanmıyorum. Anlatıma dayalı olayı güzel anlatırsan, sıkıntı olmaz. Sanırım bunu söyleyenler tipik bir üslupla farklılık yaratarak kendilerini üstün görme, o ölçüde de pazar payı yaratmanın derdindeler.
Ulus olarak edebiyatın her yeniliğine açığız. O nedenle bir ölçme gücümüz var. Onun için Türk roman okuyucuları, okuduğu öykünün gizemini mutlaka çözmeye, onunla içli dışlı olmaya hatta benzerini yaşamaya çalışır. Eğer bu yakınlık isteğini okuduğu romanlarda bulamazsa, kitabı okumaktan vazgeçer.
Post modern roman için gerçeklikten uzaklaşarak, amacı daha farklı bir yöntemle anlatmak, dolayısıyla romanın modern doku bağlarını sorgulamak ve gevşetmek şeklinde de bir değerlendirme yapabiliriz.

Post- Modern roman için şöyle de düşünmek mümkün:

-Batıda modern romanın gerçeklik krizine bir tepki olarak doğmuştur. Çünkü gerçeklik, çağsal toplumların objektif anlatımlarıdır.
Ne yazık ki bu durum yeterince yansıtılamamıştır. Bazen yansıtıldığı söylense de pek inandırıcı değildir. Her ne kadar unutulmayan yazınlar arasına girse de yeterince afişe edilememiştir. Bu nedenle sürecini tamamladığı damgasını yemiştir.
Ama bu sav inandırıcı değildir. Bazı yayınevlerinin duygusallığı yani çok kazanma hırsı işi buraya taşımıştır. Oysa neden ne olursa olsun, post- modern roman artık oturmuş bir roman türüdür.
 Çünkü günümüzde yazılan modern roman, “Nasıl ve Niçin” sorularına yanıt ararken, Post-modern roman sadece “NE” sorusuna yanıt aramaktadır.
Bu nedenle Batı edebiyatının akıl kavramına, 1942 yılından itibaren –akıl üstü bir tepki- olarak doğan postmodernizm tarzının ülkemizde 1960 yılından itibaren uygulanmaya başlandığı bilinir.
Genel olarak yapısında şu özellikleri taşımaktadır:
-      Belirsizlik, yani anlatı gevşek bir dokuya sahip olmakla birlikte, hikâyenin yönü de belirsizdir.
-      Ele alınan konularda pek bütünleşeme yönü bulunmaz, konuların parçalama yönü daha ağır basar.
-      Her parçayı tek tek ele alan bir yöntemi vardır.
-      Gerçek dışıdır, yani irrealisttir.
-      Anlatım gösteri ve planlamadan uzaktır.
-      Gerçek anlam dışında da anlam taşır, yani alaycı, şakacıdır. Öteki adıyla ironiktir.
-      Var olanı şekilsizleştirip, istediği biçimiyle yeniden kurgular.
-      Doğayı, canlıları, karakterleri yeniden yaratır.
-      Anlatımın bir hikâye ya da eğlence olduğunu özellikle belirtir.
-      Anlatıda bir mesaj vermeyi amaç edinmez.
-      Anlatının duygu yönü, asla derinliğe inmez, hep yüzeysel seyreder.
=================================

Modern romanın özellikleri:
1-Anlatım yönüyle hep ileriye dönük bir anlatı biçimi arz eder. Bu ileriye dönüklük, Post- Modern romanın ortaya çıkmasıyla daha da netleşip ortaya çıkmıştır.
Anlatım, bakış açısı, betimleme, mektup tekniği, Özetleme tekniği, geriye dönüş tekniği, montaj tekniği, otobiyografik teknik, laytmotif tekniği, bilim akımı tekniği gibi yazım tekniklerini yapısında barındırdığı gibi, çok zaman da bu tekniklerden kendisine gerekli olanı taşır. Bu demektir ki; her roman yazın tekniklerinin tamamını taşıyacaktır.
 Modern romana düşün açısından baktığımızda;
-Olaya bütünsel olarak yaklaşır.
-Yazın sanatını bir eğlence olarak değil, aksine bir sanat uğraş alanı olarak benimser.
- Konu anlatımlarında yukarıda sayılan yazım tekniklerinden gereği duyduğunu oranına uyarak uygular.
-Modern romanda şimdiki zaman bir görecedir. O, daha çok geçmişten beslenir. Gelecekle de bağlantı kurar. Ben buna “Geçmişi içinde bulunduğu zamanla harmanlayıp, geleceğe sunmak” diyorum.
-Modern roman her ne kadar yazım kurallarını uygulamaya çalışsa da,  bazı dil kurallarında da tutucu değildir. Gelişen olay ve şartlara göre kurallarda esneklik gösterebilir.
Nasıl?

Yeri gelir cümleyi parçalar, yeri gelir devrik cümle kurar, yeri gelir noktalı işaretleriyle amacını anlatmaya çalışır.

25 Kasım 2015 Çarşamba

Romanda Betimleme tekniği nasıl uygulanır


Romanda Betimleme Tekniğini nasıl uygulayalım?
Roman, yaşanmış ve yaşanma olasılığı olan her olayı, kişi, yer ve zaman belirterek anlatan bir edebiyat dalıdır. Yazar eserini yazarken, içinde yaşamını sürdürdüğü dünyaya öykünür.  Yani bir olayı aslına benzetmeye çalışır. Taklit eder.  Bu taklidi yaparken yaşamın aynısı olmasa bile, benzer yaşamdan farklı kesitler sunar. Yazarın buradaki asıl amacı, bireysel yaşamı göründüğü gibi tıpatıp aktarmak değil, tam tersine öykünecek konuya gerçekmiş gibi bir biçim kazandırmaktır. Eğer yazımda bu ölçüm yaratılmazsa, okuyucu anlatılanın havasını yakalayamaz, hikâyenin ne olduğu hakkında da yeterli bilgi sahibi olamaz. İşte istenilen bu hava ancak yazım teknikleri yoluyla oluşur. Bunlardan biri de betimleme tekniğidir.
         Betimle, temel anlamda, görüleni somutlaştırmaktır. Yani var olanı (gerçeği) duygularla açıklama biçimidir. Bunu yaparken, anlatının kendine özgü çizgilerini, rengini, oylumunu, kısacası dış görünümüyle içsel görünümünü de anlatıya dökebilmedir. Modern romanda betimle oldukça aza indirilmiş gözükse de, günümüze değin geçen süreçte de oldukça sık başvurulmuş bir tekniktir. Bugünkü post-modern uygulamada bu tekniğe pek rağbet edilmediği doğrudur. Ama çaresizliği de hep hissedilmiştir. Bununla da yetinilmeyip hiç kullanılmayacağı savı ileri sürülür ama betimleme olmadan da roman yazılamaz.
Bu açılamaya benzer bir sürü açıklamanın olduğunu biliyoruz. Ama benim kanımca, burada yazarın görüşü, en güçlü olanıdır. Yani betimlemenin olup olmayacağına yazar karar vermelidir. Ben bu soruna daha çok yazım kuralı olarak bakarım. Uygun bulduğum yerde de yapmaktan çekinmem. Çünkü bu konuyu daha çok psikolojik,  o oranda da kültürel sorun olarak ele alıp değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Zira içinde bulunduğumuz zaman, özellikle de elektronik çağ dediğimiz süreç, insandaki düşünce ve algılama biçimini çok hızlı biçimde değiştiriyor. Bu deşiklik insanı, toplumu ve çevreyi de kendine benzetip adeta çözümlenemeyen bir ruh yapısına itiyor... Bu nedenle sayfalarca yazılmış bir betimlemenin dayanılmazlığını, yazar olarak artık iyi düşünmemiz gerekiyor. Günümüze modern ağırlıklı yaşam denilse de, tüketime koşullandırılmış, hatta düşüncesi bile elinden alınmış bir birey modeliyle karşı karşıyayız. Böyle bir insanın sabır derecesi de sınırlıdır… İşte betimlemeleri yaparken bu sınırlı sabrı göz önüne almamız gerekiyor.
Benim asıl düşünceme göre bu sav işin doğallığına aykırıdır derim. Çünkü betimleme eseri oluşturan ve birbirinden ayrı gibi algılanan küçük öykücüklerin, bitim ve başlangıç noktalarını bir araya getirip, uçucuna ekleyen adeta bir tutkaldır. Bölümcükler arası köprüdür aynı zamanda. İnsanlar bu köprüden hoşnutluk duyarlarsa kitapla bağlantıları daha sıcak olur. Başka bir bakış açısı, betimlemeyi, konuyu ayrıntılarıyla anlatma, ifade etmek şeklinde ifade eder. Betimleme sanatı, yazılacak bir romanda, rol verilen karakter, zaman, yer ve olay gibi romanın teknik parçalarını göz önüne serme ve onları gösterme sanatıdır.
Önemli bir anımsatma: Betimleme yapılırken, görülen ya da anlatılmaya çalışılan modeli, tam göründüğü gibi anlatmaya çalışmamalıyız. Aksine modelde göze daha hoş gelecek, ruhsal yapımızı öne çıkaracak öncelikleri, karakterleri ve estetik yönleri bulup, onları anlatırken yazımı gerçeklik süsü ile süslemeliyiz. Bu da romancının iyi bir gözlem yapmasıyla koşullu olup,  ayrıntıları alıcı bir gözle yakalayabilmesine bağlıdır. Betimle en çok 19. yy. da doğa ve çevre romanı anlatımlarında ilgi çekmiştir.  Bu süreçte bilim adamları da bazı konulara çok önem vermişler, içinde bulundukları sürecin gündem yaratan konularının romanda yer almasını özellikle istemişlerdir. Bu istek biraz da yeni bilinenlerin insan psikolojisi üstündeki etkilerinin ölçeğini bilme kaygısıdır. Bunda da haklı olduklarını düşünüyorum. Çünkü romanın konusu insandır. Onun içinde yaşadığı süreçte ilgi odağı ne ise anlatıların başına onun konulması çok doğaldır.  Böylece insanların geçmişlerinin sosyal alandaki kronolojik kayıtları, çevreyle imlendirilip, birlikte anlatılması, romanın dokusuna estetiklik kattığı kadar, zaman zaman da anlamsız diyebileceğimiz bilgilerin gerçekle ilinti ölçüsünün ne olabileceğini ortaya çıkarmıştır. O nedenle özellikle romantizmin bu süreçte doruk noktaya ulaştığını söyleyebiliriz. Çünkü roman yazımındaki betimlemelerin estetik olarak benimsenmesi, bu süreçte başlamıştır. .Betimleme romana albeni kazandırıp, ruha ve göze hitap etmesiyle, okuyanlar mutlu olunca romantikler, bunu daha ayrıcalıklı boyuta taşımışlardır. Çünkü romantiklerde duygusal yönlü betimlemeler önem taşımaktadır. O süreçte iyi roman güzel betimleme demek anlamı taşıyordu. Ne var ki ayni betimleme sanatı, ayni süreçte realistlerce şekil değiştirmiştir. Çünkü adı üstüne gerçekçiler (realistler) sadece gördüklerini yazarlar. Asla abartmazlar konuyu. Benimsedikleri kalıplar, sadece anlatımı kolaylaştıran bir yöntemden ileri gitmez. Natüralistler ise, betimlemeyle yaşadıkları dünyayı daha güzel ve daha ayrıcalıklı boyutlara taşımaya çalışmışlardır. Çünkü onlar betimlemede, bir çizginin büyük bir ayrıntı olduğunu düşünüp, bunları okura yansıtmayı adeta görev bilmişlerdir. İşin gerçek yönünü söylemek gerekirse, betimlemedeki renk çokluğu, çağdaş roman dediğimiz günümüz romanında da kullanılmıştır. Hala da kullanılmaktadır. Sonuç olarak roman, bugünkü şekliyle daha ayrıcalıklı ve daha anlamlı yazım haline gelmiştir. Ama onlar, (çağdaş romancılar): Abartısızca sadece gördüklerini betimlemeye çalışırlar. Çok zamanda betimlemeyi anlatıya katkı yapan bir parça olarak yorumlayıp; olayı daha somutlaştırmak yanı sıra okuyanda daha iyi algı yaratmak için yapmışlardır. İş böyle olunca betimleme işi duvarda çakılı bir resim durumundan kurtulup, bir modelin –beni de yaz- diyen içsesini yansıtan bir araç haline gelmiştir.
 Bu yönde Robbe’nin şu değerlendirmesi akılcı bir savdır benim için. “Betimleme modern bir buluş değildir. Başta Balzac’ın eserleri olmak üzere 19. Yy. da yazılmış Fransız romanlarında yüzler ve vücutların yanı sıra, kılı kırk yaracasına tasvir edilen evler, döşemeler ve elbiselerin anlatımını içerir. Burada söylenmek istenen; görünen şeyi en iyi şekilde yazıya dökebilmektir. Çünkü Balzac’ın yorum yaptığı süreçte bol ağdalı dekorlar çizmeye, olayın geçtiği yeri iyice belirtmeye, olayda rol alan kişililerin dış görüntülerini kılı kırk yararcasına anlatmaya bile önem veriliyordu.  Üstelik romanın iyi olmasına ancak betimlemeler sonucu karar veriliyordu.”
Ne var ki daha sonraki süreçte okuyanların bu nevi betimlemelerden çok hoşnut kalmadığı anlaşıldı. Bunun nedeni de, bir olayı; uzun uzadıya yapılan betimlemeler nedeniyle tam netleştiremeden kitabı bırakmak zorunda kaldıklarıydı… Tabi bu durum önemli bir engeldi yenilikçiler için. Bunu anlar anlamaz, hemen çare aramaya başladılar. Çareyi de şu şekilde buldular; kitapta ilk tanımlamayı, ya da başlangıç tanımlaması denilen betimleme uygulamalarını ya tamamen uygulamasından kaldırdılar, ya da yok denecek kadar aza indirme yolunu seçtiler… Gerek realistlerin gerekse romantiklerinin yazımlarında betimleme albenisiyle bir beceri gösterisine bürünür.  Özellikle bu iki grup  - Tema ile ilgisi olsun, ya da olmasın betimlemelerin metin dışı süslemeler şeklinde yapılmasını uygun görürler. Ancak bu durum modern romana geçildiğinde daha mantıklı, söz yerindeyse yeri geldiğinde, yani yazımın tamamına serpiştirilerek sindirilmeye çalışılarak yapılır. Sonuçta Zola’ nın dediğini yaparlar, “sırf tasvir yapmak için tasvir yapmazlar.” Yeri geldiğinde yaparlar…
Betimleme yapmak için aşağıdaki hususlara dikkat etmek gerekir:
-Yaptığımız betimleme okuyana erinç ve gönül rahatlığı verilmelidir. Hatta içeriğiyle onu aydınlatmalı, bilgi sahibi yapmalıdır.
Bilginin ansiklopedik olmasında sakınca yoktur. Ancak bunu yaparken konunun ilgi odağı olan ana fikirden kesinkes uzaklaşılmamalıdır.
  Bunun için de çevrenin her türlü perspektifini anlatmadan çok, okuyanda duygu ve düşünceyi öne çıkaracak mutluluk ilkelerine ya da üzüntü yaratacak düşüncelere değinilmelidir. Buradaki ölçü de; konuyu birbirine bağlayacak çevre betimlemeleri, konu içeriğinden beslenen betimlemeler her zaman yazarın ruh boyutuyla eşit olması gerekir.
Eski klasik eserlerde; 
Yazıma başlarken bir oyun için geçerli olan dekor nasıl yazılıp oluşturuluyorsa, roman başlangıcında göze görünen çevre odur. Yani dekor…  Bu husus en ince ayrıntılarına kadar anlatılırdı. Anladığıma göre bunun tek nedeni vardı. O da, ilk başlangıçta okuyucuya çevre hakkında yeterli bilgi verme ve mevcut konuya, yazım bütünlüğü içinde bir daha geri dönmemekti. Bana kalırsa bu sav yanlıştır. Çünkü betimleme yapılan süreç yaşamın geçtiği süreçtir. Yani şimdiki zaman! Bu nedenle işlevin önceden bilinmesi olanaksızdır. Üstelik yazımın akımı halinde kaleminizin sizi hangi mecraya sürükleyeceği de belli değildir. Ancak yaşadığınız çevreye göre betimlemenizi yaparsınız. Bu söylemlerin arkasından betimlemenin özünü şöyle tarif etmek de mümkün: Denildiği gibi bir çizme ya da somutlaştırma sanatı değildir. Bir edebi anlatım biçimidir. Romancı bunu yaparken okuyana beğenisini sanacağı bir nesneyi görebildiği yönüyle tarif etmek, onu açıklamak ister. Böylece okuyanı etki altına alacağını düşünür. Çünkü bu sunumuyla ona görmediği bir cenneti sunar.  Dolayısıyla okuyanı yazın dünyasının olağanüstü büyüsüne taşır.
Betimlemeler; ÖZNEL, NESNEL olarak iki türde yapılır.
Anlatılacak konu, tüm doğallığıyla vurgulanıyorsa buna nesnel, yani gerçekçi betimleme denir. Eğer betimleme yazılacak konu, duygulara göre değiştirilerek yazılıyorsa bunda da öznel, yani sanal betimleme denir.
Gerek görüldüğünde iki betimleme bir arada yapılabilir.
Şimdi Nesnel betimlemeye bir örnek verelim:
“Oturma salonu günümüze göre döşenmişti. Kapıdan girişteki sağ duvarda kocaman oval madeni bir duvar aynası vardı. İki tarafında da Beyefendi ile Hanımefendinin evlilik resimleri… Küçük olanın renkleri daha netti. Resimlerin altında üç kişilik bir klasik oturma koltuğu, onun karşısında, yan yana bir kişilik ve iki kişilik birer koltuk daha konmuştu. Orta da kocaman yuvarlak bir sehpa, sehpanın üstünde de iki kristal küllük… Kapı girişinin tam karşısına gelen duvarda, boydan boya ama tam ortada bulunan televizyon bölümü ile kocaman vitrinli bir dolap… Raflarda tabaklar, kahve fincanları, şarap ve rakı bardakları… Üstünde de küçük beyin afili bir resmi…” biçiminde gerçek görüntü ne ise sadece onlar anlatılmalıdır.
Şimdi de öznel betimlemeye bir örnek verelim:
Yan komşumun evinin hemen yan tarafında ikinci kata kadar yükselen düzensiz ve rengi kaybolmuş bir tuğla yığıntısı gözüküyordu. Biraz içbükey görüntüsüyle her an yıkılacakmış gibi bir hali vardı tuğla yığının.  Eğer o anlamsız yığıntı olmasa, küçük ama o güzel bahçe böyle kör bir kuyuyu andırmayacaktı… (burada tuğla yığıntısının kör kuyuya benzetilmesi ve yıkılacakmış gibi görünen hali, sanal bir benzetiştir.)
Şimdi bir de öznel ve nesnel betimlemenin birlikte yapıldığı örneğe bakalım: (nesnel betimlemenin altı çizilidir.)
Günün yeri ışıdı, ışıyacak… Sabahın ilk ışıklarını emen deniz apaktı. Martılardan hala ses yoktu. Gün doğmadan önce dünyamız dümdüzken, deniz işte böyle sonsuz bir aklığa keser.”
Burada çok hoş yansıyan bir şey vardır oda, betimlemeyi oluşturan objeyi tamamlayan ya da oylumlandıran biçim, bir dekor olmaktan çok, sadece konunun duygusal yönüyle ilintili. Dolaysıyla konun estetik yapısı ortaya konulmuştur. O nedenle konu daha ayrıcalıklı biçimde ortaya çıkar. Oysa Asıl anlatıya renk ve süreklilik katan betimleme şöyle olmalıdır:
Yazarken yapacağımız betimleme, anlatının genel yapısını bozmayacak biçimde, eserin sadece bir yerinde değil, bütünü içine dengeli biçimde yayılmalıdır.  Ama bu uygulama, uygulama zamanı geldiğinde ve asla abartıya kaçmadan hatta konu bütünlüğünde orantılı olacak biçimde yapılmalıdır.
Romanda betimlemenin yapılabilmesi için iki eleman gereklidir. Bunlardan birici anlatıcıdır, öteki de kahramandır.
-Anlatıcıyla yapılan betimlemeler:
Roman, içinde yaşadığımız sürece gelen kadar yaptığı katkıları saymakla bitmez.  Bu katkıların yapısında mutlaka betimlemeler vardır.
Bugünde bu tür betimlemelerle romanlar yazılmaktadır, bunu hepimiz biliyoruz. Özellikle duygu yoğunluğu ve milli hislerin anlatıldığı romanlarda bu durum hala sürmektedir. İşte, bu türde yapılan betimlemeye yazarın bakış açısıyla yapılan betimle diyoruz.
-Bununla birlikte bir de kahramanların bakış açısıyla yapılan betimleme türü vardır.  Asıl önemli olan da budur. Modern romanda gerçekleştirilen biçimi de budur. Burada görevi yapan anlatıcı değil, romanda rol alan kahramanlardır. Bu türün yazarları anlatıyı kendi görüşüymüş gibi sunmayı sevmezler. Onlar her şeyi kahramanın bakış açısına bırakıp, kendileri aradan çekilirler. Bu tür betimlemeler daha çok gerçekçi yazınlarda görülür. Gerçekçilerin bu yaklaşım açısıyla yapılan betimlemeler, yazım tekniği açısından daha önemli bir boyut kazanmıştır.  Bunu inkâr edemeyiz, ama buna ekleyecek başka bir savımız daha vardır, O da, modern romancıların olaya bakışıdır.
 Onların yazım tarzında betimleme daha çok somutlaştırma anlayışının da ötesine geçip, bir gösterme, sezdirme boyutuna girmiştir. Bu durum çok önemli bir kavramdır. O nedenle asıl akılda tutulması gereken şudur:
Yazarın hangi dünyada yaşadığını bilmesi… Elbette şimdiki gerçek dünyaya aittir yazar. Ama esinlediği bilgi geçmişten kaynaklanır. O nedenle tarafsız olması, kurguladığı romanın dışında tutması gerekir. Eğer bu gerçeğe uymazsa, romanın iç dinamikleri sayılan karakterler oluşamadığı gibi, arzu edilen roman dokusu da sağlanamaz.
Bütün bu bilgilerin arkasından, olguyu daha geniş anlamda düşünürsek, betimleme çevreyi, olayı ve insanları okuyucunun usunda en kolay biçimde resimleyecek şekilde yerleştiren, adeta nakşeden önemli bir roman yazım tekniğidir.


24 Kasım 2015 Salı


BENİM İÇİN AYRICALIKLI BİR KİTAP
“AYRILIK ZAMANI”
                Bundan tam 24 güm önce, Buca’da ZEUS yayınevinde otururken, bir bayanla tanıştım. Orta yaşlarda sempatik davranışlı, sıcak, dost yürekli biriydi. Tanışmanın ardından bir kitap uzatarak, “Hocam, bakıp incelerseniz mutlu olurum!” dedi. Böyle kitap almalara alışkındım. Hele Roman atölyesi açtıktan sonra, bu yolla bir sürü edebiyat arkadaşı edindim. Bundan da oldukça mutluyum. Dostlarım beni yüreklendiriyor. Bu yeni dostumun kitabını eve gelince çantamdan çıkarıp şöyle bir göz attım. Oldukça güzel tasarlanmış kapağından sonra ilk sayfasını açtığımda, değişik bir imza notuyla karşılaştım “…Sevgili Hocam; İnsan ayrımcılığının olmadığı, kadınların ezilip horlanmadığı, sevgi, barış, umut dolu bir dünyada edebi paylaşımlar dileğiyle… Servet Karakuş…” Bütün insanlık için güzel bir dilekti bu, yüreğimden onayladığımı söylerken bir de arka kapağı çevirdim. O da ne? Benim kolların ellerim küçüktü; GÜCÜM YETMEDİ/ Dilim damağım küçüktü; SESİM ÇIKMADI/ Bağırdım; KİMSE DUYMADI!.” Feryadını da okuyunca sanki dünyalarım karardı. Düşüncelerimden korkarken aceleyle sayfaları taramaya başladım. Her öyküde soluk almam zorlaşıyor, duygularım sınırını zorlarken, haksızlıklara isyan ediyordum. Siz olsanız etmez misiniz?
                Ayşe ile Erdem Üniversite de tanışıp, sözleşirler. Erdem kısa süreliğine askere gider Şırnak’a.. Ayşe, huzursuzdur. Hep kötü bir haber alacağını düşünür. Nitekim düşündüğü gibi olur. Acı bir haberle sarsılır; “telefon gece on ikide acı acı çaldı. Gece telefonlar acı mı çalar? Acı, aynen biber gibi, çok acı.”  Müstakbel Kayın babası verir acı haberi “Ayşe yavrum, Erdem şehit düşmüş, kaybettik başımız sağ olsun!” Bir yaşam bitmiş ama yokluğun kaygısı bitmemiş yeni başlamıştır. Bu kaygı sevgili Servetin kaleminde iliklerine kadar işliyor okuyanın! Hem de iyi bir anlatımla, yaşanılan gerçeğin tıpkısı gibi…
Başka bir öykü de yine bir yaşam gerçeği vardır Servet’in “ Gül, mutat yürüyüşünü yaparken, kendisi gibi yürüyüş meraklısı ak saçlı, kendisinde oldukça yaşlı bir adama Aşık olur. Onunla birlikte yürüyen bayanları kıskanır, “vay efendim nasıl konuşur onlarla, o da yetmedi, sohbet edip gülüşürler bir de...” Çatlar kıskançlığından, adını bile bilmediği beyaz saçlısını! Hiç merak etmez mi, eder hem de nasıl eder? Utanır birine bir şey sormaktan. Evli mi, bekar mı, emekli mi, çalışıyor mu, neleri sever, hangi yemekleri yer? Ne varsa her şeyini merak eder. Ama beyaz saçlısına bir şey sormaya cesaret edemez. Aradan zaman geçer, bir ay yürüyüşe gelmeyince merak eder, Hastalandı mı, taşındı mı, ne oldu bu adama? Diye. Almanya’ya bir iş için gittiğini öğrenir. Rahatlar. Bir oh çeker içinden, gelecektir, tekrar görebilecek, buna öyle sevinir ki;  Yeniden karşılaştığında dünyalar onun olur, nasıl özlemiştir; bir bilse? Bir ay olmuştur görmeyeli; say say bitmez!” devam eder öykü, ne var ki bir süre sonra beyaz saçlı oradan temelli ayrılır. Bu kez düşleri kabul olur, bir de kızar kendine “ Keşke karşısına çıkıp söyleseydim, ne olurdu, konuşur arkadaş olurduk belki?” Tabi son ayrılıktır, bütün geleneksel Türk yaşam hikayeleri gibi. Ama burada değişik bir farklılık vardır. O’da öykünün okuyucuya sunumu, sade, anlaşılır, ne dediği anlaşılan bir dil kullanmasıdır. Başka bir özelliği de SERVET KARAKUŞ’un diyalogların doğallığını bozmadan yansıtmasıdır. Bu davranışı okuyucuyu kendine daha çok yaklaştırmakta, adeta onun yaşamını anlatan bir örneği kendine sunduğunu hissetmektedir. Bu psikolojik ölçü okuyucu ile eseri arasında bir bir köprü oluşturmakta, bu köprüyü rahat geçen okuyucu, onun gösterdiği her sözcükle kitap sayfalarında rahatlıkla ilerlemektedir.
Bakın başka bir öyküsünde de bu söylediğim edebi ortamı ne güzel yansıtıyor. Öykünün adı İkinci bahardır.  Kahraman Adem, Havva’ya aşık olur ve ona mektuplar gönderir. Mektuplara mahalle bakkalı Haydar Amca aracılık eder:
“Tanrıçam benim, söyle; cennetin neresinden gelip benim göğsüme süzüldün? Aşkım, Nurum, tatlım, ateşli güvercinim… Sadece senin Ademin…
Havva da her gün Ademin mektuplarını alıyor ve büyük heyecanla yanıtlıyordu. Bir yandan da yazar gibi konuşuyordu kendisiyle; “Aşkın ne derin gücü varmış, yüreğim artık eskisi gibi küf bağlamıyor, kapılarımı, pencerelerimi açıyorum güneşe, yıldızlara, aya bakıyorum. Sen oradasın biliyorum. Bana yol gösteriyorsun. Işığımsın sen benim.”…
Sonsöz:  Kitabın belki basit bir anlatım biçimi var. Ama Anadolu’dan büyük şehrin varoşlarına gelmiş insanlar, bundan doğal söz söyleyemez ki; işte genç yazar arkadaşım bunu çok güzel başarmış o varoşların acısını sevincini çok güzel yansıtmış öykülerinde. Ondan da güzeli TV’lerde izlediğimiz kokuşmuş vıcık vıcık töre gelenekleri yerine saf Anadolu kokan acıları, sevinçleri yazmış. Gerçekten böyle öykülere uzun zamandır hasret kalmıştık. Sevgili Servetin kalemiyle Anadolu koktu kalemlerimiz, gerçek koktu, az da olsa özümüze döndük, Yüreğine, eline sağlık Servet Kardeş, nice gerçek kokan Anadolu öykülerine…
ERDOĞAN BAYSAL
AYRILIK ZAMANI- ÖYKÜ

ZEUS YAYINLARI- BUCA/İZMİR.

BİR DEMET ÖYKÜ


Merhaba değerli dostlarım.
                Kitapları tanıtmak çok zor! Özelilikle de tanımlamak. Yazım türünüz bir de öykü olunca uzun süre ne yazacağınızı düşünüyorsunuz. Üstelik bu öykü kitabı birde on bir kişinin müşterek yazdığı öykülerden oluşmuş ise, durum daha da ciddi demektir... Bu yazımı işte böyle psikolojik bir yansımayla yazıyorum. Ama şunu açıca belirtirim ki; klasik öykü açısından istenilen yazma ölçülerini taşıdığından emin olabilir, zevkle okuyabileceğiniz bir kitap BİR DEMET ÖYKÜ kitabını… Bir tema üzerinde değişik kişilerin perspektifi gerçekten okumaya değer. Oldukça zengin. Ayni zamanda birer akademisyen olan kitabın yazarları, çiçeklerin dilini gerçekten iyi dile getirmişler. Sanırım biraz da doktor olmanın özelliği bu; iyi’yi bulmak, güzele ulaşabilmek… Sağaltımın öteki adı da iyileştirmeyi bulabilmek, değil mi? İşte o örnekte bir kitap. Konuyu uzatmadan biraz da bu kitabın doğuşundan söz edeceğim:
                Bir demet Öykü kitabı, iki yıldır sürdürdüğümüz İzmir Tabip Odası Roman ve Öykü atölye çalışmalarında doğmuştur. Öyle bir topluluk düşünün ki; zeki ve her türlü bilgiyle donanımlı. Ne ki bu zenginliği yazıya dökebilmek onlara göre oldukça zor!  Bunu nasıl yaparız, sorusunu uzun süre düşündüm. Sonunda aklıma gelen –konuların estetik anlamlarını öne çıkarıp- ruh güzelliğini coşkulandırmak yönünde aldığım karar oldu. Ne demekti bu?
                Bir anlamda sanatsal estetiğin yapısındaki mutluluk gizilinin ortaya çıkarılmasıydı. Çünkü mutluluk duyulan/ üzülünen şeyler, daha kolay anlatılır, daha kolay imgelenir, daha kolay yazılırdı.  Neler olabilirdi bunlar? Yaşama dair sevinçler, sevdalar, acılar mutluluklar… Tamam, da, bunlardan ne, nasıl yazacaklardı? Tema konusunda dediğim gibi sıkıntı vardı.  Bunu açığa çıkarmak için ilk sorum “sevinçlerinizi, acılarınızı, sevdalarınızı yazın şeklinde oldu.  Ne var ki etkili olamadım.  Oysa başaracaklarını biliyordum. Çünkü atölye çalışmalarımız sonucu her biri bir yazım dilini edinmişler, bunu da değişik biçimde kanıtlamışlardı. “Arkadaşlar, ne düşünüyorsunuz, yaşamınızda hiç kimseden bir buket çiçek de mi almadınız?” biçimindeki ikinci sorum, hepsinin bakışlarını canlandırmış, heyecanlandırmıştı.  Henüz bu heyecanı yaşarlarken asıl sorunu sordum “Bir buket çiçeğin anımsattıkları”  Önce küçük bir sessizlik çöktü ortama. Sonra uzun süren bir çölüm yaşadık. Bunu ikili konuşmalara, tartışmalara taşıdık. Bu hal doğru yolda olduğumuzu göstermişti. Çünkü çiçeklerin insan dilinde ve ruhunda yarattığı algıyı çok iyi biliyordum.  Onlarla sevinip, onlarla üzülerek yaşamımızın önemli zamanlarından bir bölümü doldurduklarından emindim. Onun için her çiçeğin ruhumuza dokunuşuyla yüreğimizin coşkusunu, üzüntüsünü, o an yeniden yeniden yaşamaya başladık.  Sonunda o yazamamanın erksizliği bulunmuştu. Herkes birbirine bakarak gülümsemeye başladı. Verilen on günlük süreden sonra o kadar güzel öykülere tanık olduk ki; bunu anlatmam çok zor.  Onların bütün güzellikleri her birinin satır aralarında gizli… Son olarak şunu da söylemek isterim. Onlar yazmayı, ben de yazmaya yönlendirmede yeni bir metot öğrendik. Tüm yazın dostlarımı kutluyor, başarılarının sürmesini dilerken, kitap dostlarına böyle bir kitabı okumalarını öneriyorum. Saygılarımla…
BİR DEMET ÖYKÜ- İZMİR TABİP ODASI YAYINLARI…
Şimdi bu öykülerden sizler için seçtiğim güzel paragrafları beğeninize sunuyorum. Umarım bana hak verirsiniz.
 &&Dr. Cansel Kulan
                Güller içimi acıtır ama öyle inciten acı değil bu, aşk acısı nasıldır bilirsiniz ya; işte aynen öyle bir şey. İlk aşkımın gönderdiği demet demet güllerle resimlenmiş kartlar aklıma gelir çünkü… Bir demet gelincik, hüzünlü bir gülümsemeyle babama götürür beni. Yıllarca içtiği gelincik sigarası nedeniyle…”
Dr. Cem Mermut
“O gün Çingene Efrumiye’ye ‘kordonda, gün batımında, kızıl ışığın içinde çiçekli basma şalvarına dayadığı gülleriyle çok güzel olduğunu ve resmini yapabilmeyi söylemişti. Efrumiye ‘Abey az değilsin sen, insanı gıcıklayan romantik laflar ediyorsun’ dediğinde tamamen aynı fikirdeyim.”
                Dr. Ebru Yücesoy
                “Annem öldüğünden beri babamdan başka kimsem olmadı hayatta. (Senin annen halen hayatta) Çocukluğum seni düşünerek geçmedi mi? Babamın aklında kalan sana ait sayılı hatırayı defalarca dinlerken sana hayran olup senden nefret etmedim mi? Kapıdaki sandalyeye çöküyorum farkında olmadan. Bir papatya çıkarıyorum buketten her zaman yaptığım gibi. Ve ilk defa abim için bakıyorum papatya falına, benim için ne hissettiğini merak ederek:
                Seviyor, sevmiyor… Yapraklar bir bir düşüyor…  Sevmiyor…”
                Dr. Eray Aybar
                “… yeşil çimenlerin üstünü kaplayan beyaz papatyalar fal bakmaya çağırırlar sizi… Seviyor, sevmiyor, seviyor diye…
                Büyüyoruz, çevremiz değişirken biz de değişiyoruz. Vücudumuzdaki değişiklerin yanında çevreye, insanlara, olaylara bakışlarımızda değişiyor. Çocukluktan ergenliğe geçerken sancılı sürecin içinde başka çiçeklerinde farkına varıyoruz yavaş yavaş. Okuduğumuz romanlar, hikayeler ve de şiirlerden anlıyoruz ki;  Kadınlar çiçektir…”
                Dr. Feyza Daldal
                “… Mayana’ya doğrultup çın çın öten çıngıraklarıyla birlikte ünledi:
                “Sen çağırdın, ben geldim, sana,kendini bil, dur dedim, durdun mu?”
                Mayana usulca: durdum dedi,
“Eskinin batağına saplanma, yeninin yeline kapılma, uyan dedim, uyandın mı?
“Uyandım” dedi usulca.
“Öyleyse sen ölmeden öldün” dedi Irkıl Koca. Attan indi. Kağanlığ arabanın törüne hürmetle oturdu.
     Kervan yeniden yaylaya doğru yürüdü.".
Dr. Filiz Gümeli
“Bahar ayları içimi dolduran sevinçle karışık melankolisini dayatır bana… ‘Al baharlı Mavi dağlarda’ esen bahar rüzgarları ile gelen menekşe kokularını paylaşamadığım ninem aklıma gelir… Özlemlerim çiçek kokularına karışır. Rüzgarla birlikte Aşık Veysel’in türküsündeki çiçekler dile gelir:
“Çiğdem derki ben alayım/Yiğit başına belayım…”
Dr. Gülşen Mermut
                “… iş dönüşü Metroda okuduğum kitaba kendimi kaptırmışım.  Uyandığımda yanımda oturan, elinde mor tülle sarılmış sarı gül demeti olan 20’li yaşlarında genç kızla göz göze gelip telaşla sordum:
-Burası neresi?
-Nergis.
-Çok şükür, kitaba dalmışım, kaçırdım sandım.
-Nerede ineceksiniz?
-Mavişehir!
-Haber veririm gelince.
-Teşekkür ederim.
Durağın adının bir çiçek adı, üstelik benim de en sevdiğim bir çiçek adı olduğunu yeni fark etmenin şaşkınlığıyla gülümsedim. Nergisler kokusuyla sarı beyaz rengiyle ne güzeldir. Eski zamanlara gittim birden, sonra kızın elindeki güllere takıldı yeniden gözlerim…”
Dr. İrfan Eker
“… Kâğıda baktım. Sesli olarak okumaya başladım. “Birini yeniden sevemen deme, sevgi ölmez. Bir yerlerde kokusu kalmıştır. Nergis kokulum” diye yazıyordu. Kalkayım dedi, yüzüme baktı, kağıda uzandı. “yazmayacak mıyız?” dedim. “Bugün yazmayalım, sonra bakarız” diye cevap verdi. Durdu gözlerini gözlerime dikti. Ben hipnotize olmuş bir vaziyetteyken “O kadar çok insanla birlikte oldum, onların teri terime bulaştı, kendi kokumu kaybettim, bulacağımı da düşünmüyorum. Bu yaştan sonra kimse bana çiçek göndermez, benimkisi kendisini değerli hissettirmek, sevmek duygusunu yitirmemek.” Yutkundu, gözlerimin içine derin derin baktı; “Sevgiyi kendi kokunu yitirmeyecek şekilde yaşa!” dedi. Kapıyı açtı, aynı endam geri gelmişti. Anlattığı için rahatlamıştı. Dudağında gülümseme “Görüşürüz Muratçığım!” dedi. Kapıyı kapattı. Ben sırtımı kapıya yasladım. Sivri topuklu terliklerin apartmandaki yansıyan sesini saymaya başladım. Sekiz tıkırtıda dairesine varıyordu; bir iki, üç…”
Dr. Nilgün Anık
“… Zaman zamana eklendi. Bir zaman diliminde Andromeda galaksisinde bir diğerinde Sombrero’da, Fırldak’da, Komet’deydi. Onların galaktik uygarlıklarıyla tanışmış, seminerlerine katılmıştı.  Yeni Cüce Büyük Köpek galaksisinden dönmüştü ki odasının kapısını açar açmaz beyaz koltuğunun üzerinde bir buket çiçek gördü. 
Dünya çiçeklerini de ne kadar özlemişti. Kim bilir ne güzel kokuyorlardı. Çiçeklere doğru yaklaştıkça çok hoş bir rayiha burun deliklerinden girip beyin kıvrımlarına doğru ilerlemeye başladı ki; kaldırımın üstünde elinde bir çiçekle duruyordu.  Çiçeklerin kokusu onu başka dünyalara götürmüştü sanki. Birden işe geç kaldığı, kredi borçları, taksitler daha birçok endişeler kafasına üşüştü. İşyerine doğru koşuştururken yeni bir düşünce onu sakinleştirmeye başladı. Şu sonsuz evrende bir nokta kadar bile olmayan dünyanın basit sorunlarıydı dert ettiği, canını sıktığı… Alt tarafı yalan dünyaydı işte…”   
Dr. Özlen Turgul
“… Ahmet ona tek taşlı yüzük verecek miydi? Acaba verirken nasıl evlenme teklif edecekti. Beyaz gelinliğiyle Ahmet’in koluna girecekti, elinde de muhakkak kırmızı güllerden bir buket olmalıydı. Yok, yok kırmızı olmaz gelinliğe beyaz gül yakışır, güller beyaz olmalıydı. Ama belki bugün bir kırmızı gül de nasibine düşerdi. Hani, ‘seni seviyorum, sen bir tanesin’ demek anlamında olan…”
Dr. Sibel Türk Yıldırım.
“… Uyumayıp, Adnan Hocanın bizi kaldıracağı zamana kadar sohbet etmeye başladık:
“Dürdane sırt çantana o kadar yiyeceği nasıl sığdırdın? İçli köfteyi de ne ara yaptın? Pes Vallahi…”
“Dün yaptım. Ne yapayım öyle ortada bir şey yapıp yemek pek benim tarzım değil. Stresten oturdum yaptım bütün gece.”
“Tatlıyı da koymayı ihmal etmedin sabah kahvaltısına da açma börekte yaptın değil mi?
“Hıhı..
Güldük kimseyi de rahatsız etmemek için çadırlardan uzak kayaların üzerine oturup yıldızların rehberliğinde konuşup günün kritiğini yaparken laf lafı açtı, konumuz ailelere geldi:
“Babam imam benim biliyor musun?”
“Gerçekten mi? Ama sen hiçte imam kızına benzemiyorsun?”
“Öyle. Babam farklı imamlardan! Namaz kıldırır, akşam da sofrasını kurar…”
Dr. Yusuf Çimen:
                “Her anma törenlerinde kardelenleri bir demet kırmızı karanfillerle süslemek, Uğur Mumcunun “Vurulduk Ey Halkım unutma bizi” dediğini duymak, acıyı bal eylemektir. Biz de unutmayacağız. Yaşama tutunmak ve bir avuç mutluluk için, ellerimizde bir demet karanfillerle kardelenlere koşarak gideceğiz.
Yine madenciler ölmüştü./Ekmekler kesildi./ Yüzsüzler yine meydanı doldurdular…”
Dr. Sacide Üstünsoy Çobanoğlu:
                “Merhaba ben, çiçek.
                Sadece çiçek… hangi çiçek? Belirgin bir özelliğim yok. Özel bir kokum da yok. Renklerim pek parlak sayılmaz. Henüz yaşım genç ama benzim soluk. Yol kenarlarında yamaçlarda dururum. Yanımdan geçenlerin pek dikkatini çekmem. Gün ışığına da pek çıkmam, çıksam bile güneş ışığıyla pek serpilme m. Bir mevsimim yoktur, her mevsim varım ama bilmezler, beni fark etmezler. Hem zaten özel bir adım da yok.. Çiçek işte…”&&


23 Kasım 2015 Pazartesi

Romanın doğuşu ve gelişmesi.

ROMANIN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ

 Roman ve yapısı nedeniyle yaptığım bütün araştırmalarda romanın, batı edebiyatında doğmuş ve gelişmiş bir edebiyat dalı olduğu gördüm. Bu sav doğrudur, çünkü sanatın bütün dallarındaki gelişmeler zaten ilk önce batıda doğmuş, orada gelişme olanağı bulmuştur. 
Bu durum batının yaşama bakışıyla orantılıdır biraz da... Çünkü her yenilik batının günlük yaşamına yansımış bir davranış biçimidir.
Örneğin, Batı insanına “Yeryüzü senindir, git onu fethet!” mesajını verir. Orada yaşayan kişi, bu mesajı alır ve hemen uygulama alanına sokar. Rönesans’tan tutun da, bugün alışmaya çalıştığımız Postmodernizme yazım türüne kadar, geçen bu uzun süreçte bilimsel, siyasal ve ekonomik, duygu ve dinsel alanlarda çok büyük çaba sarf etmişler, sonucunda büyük de aşama kaydetmişlerdir.
Bu nedenle modernizm oldukça öne çıkan bir kavramdır, batıda...
Çünkü Moderinizm, (yani ileri görüş) bütün dünya topluluklarına, onların öncülüğünde, çeşitliliği ve her türlü boyutuyla egemen olmuş ve bu egemenliğini de hala sürdürmektedir.
İşte roman, bu modernizmin farklı bir ürünü olarak dünyaya gelmiş, sürekliliğini de hala sürdüren bir edebi türdür.
Dolayısıyla modernizmin MODA sözcüğünden türetildiği söylemeye de sıcak bakabiliriz. Çünkü anlam olarak da “hemen şimdi” manasını taşır. O nedenle konumuz bakımından bu sözcüğün üzerinde durmamız gerekir.
Batı insanı, içinde yaşadığı sürecin her anını kabullenebildiği ölçüsüyle değerlendirmeye çalışır. Bu nedenle de modernizmi de bir yaşam biçimi olarak kabul eder.
Roman yorumcusu aynı zamanda estetik bilgesi TERNER, modernleşmenin temelinde şehircilik vardır.” der. Eğer onun bu savıyla yola çıkarsak, modernleşmenin beraberinde toplu yaşamayı / çoklu insan ilişkilerini / yaşamı kolaylaştırmayı ve yeni teknolojiyi kabul ettiğini de fark etmiş oluruz.
İşte bu gerçek de öne sürülerek, modern çağla birlikte ROMAN İMGESİ (yani zihinde tasarlanan ve gerçekleşmesi özlenen şey-düş, hayal, hülya) VE MODELİ doğmuştur. Bu gerçeğinden ötürü romanı endüstri toplumun en büyük edebi türü olarak değerlendirme olanağımız da doğmuş olur.
Öte yandan romanın doğuş ve gelişimini, MARKİST fikir açısında inceleme eylemine giren LUCAS romanın, “modern hayat/ Endüstri toplumu/ve Pazar ekonomisini analizsi sonucu, Pazar için üretimden doğan, bireyci toplumdaki günlük yaşamın edebi alana nakli olduğunu” söyler.
Bütün bunların yanı sıra, romanın doğuşu ve gelişmesi konusunda, bizde de bir takım sav ve değerlendirme sahipleri olanlar vardır. Bunlardan biri Cemil MERİÇ’TİR.
Cemil Meriç, “ Doğuşundan beri romanın bir ifşa olduğunu” iddia eder ve sözünü şöyle bitirir. “Bir nevi günah çıkarmaya benzeyen eylemdir. Bunun da Hz. İsa’dan beri var olduğunu, bu tespiti batı insanı adına yaptığını, yapılan eylemin yani ifşanın “BİR MÜDAFA SİLAHI OLDUĞUNU” söyler.
Peki, neye karşı müdafaa? Diye sorduğumuzda şöyle yanıt alırız ondan;
“İnsan ruhundaki sıkıntıdan, ya da işlediği bir günahtan arınarak yüreğini rahatlatmak adına!”
Batı adına bu incelemeyi yapmayı görev sayan MERİÇ, Doğu insanında da romana kaynak arama yoluna gider. Ona göre dünyanın en büyük romancısı Japon, MARUJAN-Kİ’DİR. “Bir Gencin Serüveni” adındaki romanını X. Asırda yazmıştır.
Günümüzden 4000 yıl önce Mısırda Papirüs yapraklarına yazılmış romanların olduğu söylenir.
Asya’da romanın adı HİKÂYE diye geçer. Asıl adını 18. Yy. Bin Bir Gece Masallarından aldığı bilgisi de yine Cemil Meriç’in günümüze aktardığı değerli notlarından öğrenmekteyiz.
Fransızlarda, roman diye telaffuz edilen sözcük, İngilizlerde Nowel Osmanlıca da ise, Hamzaname olarak adlandırılır. (Hamzaname: hançere sözlüğüne göre gırtlaktan söylenen harflerle oluşturulan sözcük) Evliya ÇELEBİ de seyahatnamesinde roman sözcüğünü kullanmıştır.
Yunanistan’daki DESTAN ve TRAJEDİLER ile Roma’daki SATİRLERİN (yani kinaye ve eleştirel tarzda yazılmış şiirler) roman olduğu yine günümüze gelen en değerli bilgilerin içindedir.
Hekim oğlu İsmail, romana İslami bir kökenle yer bulmaya çalışır. Ve romanın kökenine Arapçada da rastladığını iddia ederek, şöyle bir soru sorar:
 “Acaba kıssalar romanın çekirdeği değil mi?”
Bildiğiniz gibi kıssa, hikâye anlamı taşır. Kuranda anlatılan geçmiş toplumları ilgilendiren ibret ve öğüt hikâyeleri vardır. Bunların romanın çekirdeğini olduğu söylenir.
Elif Naci de, karşımıza şöyle bir tezle çıkar. “Bir kahramanın anılarını anlatan PKARESK,
“Monteque’nin anılarını anlatan PİSKOLOJİK ANILAR,
Örneğin “Sezar’ın anıları” romanın üç önemli kaynağıdır.” Der.
Foster, Elif Naci’den de ileri giderek, “Romanın gelişme süreci içinde, kendinden önce var olan DESTAN, ROMANEKS, PİKARESK, ÖZ-YAŞAM ÖYKÜLERİ ve SAHNE KOMEDİLERİ gibi türlerden geliştiğini” iddia eder.
Markuez HONDIR, “romanın yalnız bir kaynağı vardır. O da romanesktir” der. Roman aslında kinaye’ye dayanır, ama romaneskte kinaye yoktur.

O nedenle Romanesk okuyucuyu gerçeklerden uzaklaştırırken, roman gerçeklere yönlendirir. Ya da gerçeklerle yüzleştirir.” Şeklinde de savını noktalar.