6 Ocak 2016 Çarşamba



Roman hakkında genel değerlendirmenin devamı:

Otobiyografik roman, ülkemizde, pek yaygın olmayan bir yazın türü olmadığı tartışılma konusudur. Çünkü bazı eleştirmenler bu türün içtenliğine inanmazlar.  Bu yöndeki savunmaları da öyledir:
 Yazarın kendi kendini anlatması demek, kendini parçalara bölmek, dahası anımsayabildiği yaşam parçalarını anlatmak demektir.
Peki, böyle parçalara bölmekle bunun kendi yaşamından bir bölüm olduğunu nasıl anlayacağız? Ya, bireysel yaşam parçası değil, toplumsal şuuru, modernizmin, riyanın, yalanın en adi biçimde kurgulandığı bir yazın ortaya çıkıyorsa, o zaman ne olacak? İşte bu düşünülenlerin olmaması için yazarken şu ölçüyü unutmamak gerekiyor:
Otobiyografik konuda sanat bilgisi olmayan kişiler, bu tür romanı çok zor yazarlar.
Böyle bir savunmanın da ne kadar geçerli olduğunu bilemiyorum. Ama bildiğim ve doğru olduğuna inandığım bir şey var; o da bugünkü kitap evlerinin raflarını dolduran roman türünün çok okunanlar sayısı, öteki tür romanlardan daha çok otobiyografi romanı olmasıdır.
 Bu bilginin de ötesinde, romancı kimliğimle bu yönde öğrenebildiğim bir gerçek de şudur; bir romancının başkasını anlatmada başarılı olması, ancak kendi gözlemleri, birikimi ve kendi deneyimlerinin yardımıyla gerçekleşir. Bunu bir başkasının yardımıyla gerçekleştirmesi olanaksızdır.
Bugün hepimizin bildiği bir gerçek daha var. O’da günümüzde insan yaşamın tamamını yazmak, romancı da dâhil olmak üzere hiç kimse için mümkün değildir.
Hele hele bu yaşamın ayrıntılarıyla hatırlanması çok zordur. Dolayısıyla hafıza yaşananların hepsini anımsayarak şuurumuza “bunu yaz” diye dikte edemez. O anki ruhsal yapımıza göre içinden seçmeler yapar. Aradan geçen zaman içinde silinen kayda değer ayrıntılar da olacaktır. İşte bu değerleri, hayallerimiz doldurur. Bu nedenle kişi gördüğü ya da yaşadığı bir olayı, başkasına bütün ayrıntısıyla sıcağı sıcağına hikâye etmek istediğinde hafızasının kekelediği bölümlerde, hayallerini yardıma çağırmak zorundadır. Çünkü o kaybı doldurabilecek en büyük etmen ancak hayaldir…
Şimdi biraz da romanla insan ruhu ve toplum arasındaki ilişkilere göz atalım:
 Romanın toplumu ilgilendirme biçimiyle en çok ilahiyatçılar, hukukçular, edebiyatçılar, estetikçiler, ruh bilimcileri ve sosyologlar ilgilenirler. Onun da ötesinde bu yönde fikir üreten herkes kendisini ilgilendiren konunun önemli olduğu savından hareket eder, hatta bu yönde karşısındakiyle takışmaktan bile geri kalmaz. Bunlar daha çok romanın farklı zamanda izleyicisi durumunda olan kişilerdir.
Zaman zaman bu guruplar arasında sanat ve ahlak kavramında, düşüncelerini haklı çıkarmak için tartışıp mahkemelere/savcılıklara düşenler bile olur. Sonunda hiç umulmadık cezalar alanlar bile olur. Oysa mahkemelerin bu yönde bir karar verilmesi zordur, hatta çok anlamsızdır. Çünkü onları cezalandıran yargıçların, güzel sanatlarla uzaktan ya da yakından hiçbir ilgilisi ya da birikimi yoktur. En basitinden çok yakınlarında olan bir müzeyi gezip konu hakkında bilgi edinmiş olurlar, sanat ve onu kuşatan ahlak bilimini seçebilirler, bu olup biten olgularda da uygun karar verirlerdi.  
Dolayısıyla bu konu öylesine karmaşık, adeta çözümlenmek istenmeyen,  hep ötelenen bir konudur ki; sadece mevcut meslek sahiplerinin değil, bütün sanatçıların ortak derdi olur, her halükarda çözümüne uğraşılırdı.  Maalesef öyle değil. Bırakın sıradan sanatçıları Edebiyatçıların içinde bile, romanın toplumun ortak bağlarını güçlendirdiğinini anlatan bir yazım değil, aksine bu bağı yok eden, ortadan kaldıran bir anarşi faktörü olduğu söylenmezdi...
Öyle de olsa, ahlaki olmayan ama sosyolojik olarak şöyle bir yargı örneğine varmak mümkün olabilirdi.
Örneğin birçok romanın konusu; evinden ayrılması bile düşünülemeyen, adeta soluk almasına zor izin verilen erişkin bir kızın, nasıl gizli bir aşk yaşadığı, sonucunda dokuz aylık hamileliğinin nasıl gerçekleştiği konusunu bile normal bir olay gibi savunan romanların varlığı bilinir.
Macera romanı, aşk romanı gibi yazımlar bazen zina işleyen kadını anlatırlar. Bu tür anlatımlar çok zaman “kişi isteğini, yaptığına karşı savunma fikrini öne çıkarır. Dolaysıyla olması istenilen toplum düzenine karşı, neredeyse düzensizliği savunup, onun yanında yer aldığı biçime dönüştüğü fikrini ileri çıkar. En kötüsü de insanlara ruh zayıflığını öğretiyor!” Denilen düşüncedir bunlar daha çok...
Eğer bu konudaki düşüncemi sorarsanız; İNSAN NE İSE ROMAN DA ODUR! Derim. Eğer onun yansıtılması okuyanda tiksinti ya da utanç yaratıyorsa, kabahat onu yansıtılması sağlayan aynada değil, o aynayı kişilerin yüzüne tutanda'dır demek bence daha mantıklı bir düşüncedir.
Aşk bir tutkudur! Bunu yaşayanlar birbirlerini ölürcesine istiyorlar. Peki, bu olguda inkar götüren ne vardır?
Ben neden bulamıyorum. O zaman böylesi bir olayda sorunu, ruh zayıflığı diye değerlendirenler bu tür kararları düşünsünler. Romancılar ve okuyucular değil!
Aslında şunu da söylemek mümkün; bu iddiaları savunanların karşısında, toplum sessiz kalıp, savunma gereği dahi duymamıştır. Belki de “Aşk, kadın erkek herkesin yaşayacağı bir duygu yoğunludur, ne birey ne de toplum tarafından savunulmaya ihtiyacı yoktur!” şeklindeki bir düşünceden ötürü bu kanıya varılıp tarafsız kalınmıştır, olamaz mı?

Romancının kendisi ile yarattığı kahramanları arasındaki ilişki:

Bütün romanlardaki tipler (karakterler) küçük ya da büyük ölçekte yalancı ve takma isimle tipleşen romancının kendisinden başkası değildir denilen kemikleşmiş bir yargı vardır, roman edebiyatında. Bu yargı bir yere kadar doğrudur.
-Ama romancı ona, gerçekliğin maskesini çok ustaca, yani iğretiliği belli olmayacak biçimde takar, onları en radikal haliyle, (gerçek yaşamdan farkı olmayan biçimiyle) rolleriyle birlikte süsleyip yaratmaya çalışır.
-Onun ötesinde usta romancılar, beyninde her zaman birçok kişinin hünerlerini taşırlar. Bunlar davranıştan tutun da konuşma biçimine kadar birçok yaşam ölçüsünden oluşurlar. Ama bunların içinde bir kısmı, kurguya uymadıkları için yazımda kendisine yer bulmadıkları için ortaya çıkmazlar.
-Eğer romancı yaşadığı ortamdan, daha deşik bir semt ya da mahallede yaşasaydı, belki o zaman kendine o rol bulamayan karakterlerden biri bundan yararlanır, herhangi bir tipleme olarak karşımız çıkabilirdi. Çünkü romancı içinde barındırdığı her karakterine gönlünden geçen kimliği vererek onlara kimlik kazandırdığı gibi, ün de kazandırır.
Bu da ancak yeni bilinçler yeni keşiflerle ortaya çıkar. Bu bilinçler ancak onun yeni yaşamaya başladığı yerlerde olur.
-Romanlarda realist bir tarafsızlık olmasa bile, bu ölçüye yaklaşıldığı oranda tarafsızlık prensibine uyulduğu söylenebilir. Bu ölçüyü daha çok modern romanlarda görmek mümkündür.
Romanı oluşturan belge ve bilgilerin oluşturulması tekniğin sorunudur. Ama sosyal yönü düşünüldüğünde (Yani içtimai yönü) aklımıza ilk gelecek olan yansız yönsüz anlamında pasifliktir, yani tarafsızdır. Bu söze şöyle açıklık getirelim.



           ROMANI AŞK MEKTUPLARIYLA BEZEYEN YAZAR

                                        MEHMET YAZICI

Sayın Yazıcıyla, 2011 yılında Türkiye Yazarlar Birliği İzmir Şubesinin tertiplediği bir söyleşi de tanımıştım. Diyeceğini, hiç sakınmadan, her türlü eleştiriye göğüs gerebilen bir olgunluğunu görüp, iyi bir yazın dostu kazandığımı düşündüm, açıkçası... Hatırlarsa o söyleşide, fikirlerini bir takım dini ve felsefi söylemlere dayandırmış, ben de bunun devamlı yapılmasının doğru olmadığını belirtince, biraz kırılır gibi olmuş, sonradan da bu söylemimin neye dayandığını araştırıp –haklı olduğumu ifade edebilecek kadar da dürüst olduğunu anladım. Ara sıra yine aynı kurumun söyleşilerinde karşılaştık. Bir ara “Abi, bir roman çalışmam var, gözden geçirebilir misin?” deyince ilgiyle karşılayıp, “elbette” dedim. Çünkü İlahiyatçı olan bu kardeşimin, toplantılardaki edebiyat yorumlarından duyduğum sevinci, acaba roman çalışmalarından da duyabilecek miyim? Diye bir sorgulama geçti içimden… Çünkü üstadın yaşam felsefesi, az da olsa bize göre değişikti. Bu farklılıklar acaba nerde, ne ölçüde harmanlanıp, bizlere yazılı edebi bir sunum olarak nasıl dönecek diye düşünüyordum. Açıkça söylemem gerekirse, Kaygı verici bir fikirle karşılaşmadım. Gayet aydın, düşüncelerine (haklılığı ölçüsünde) anında açıklık getirebilen, en doğrusu da ne yaptığını çok iyi bilen bir üslupta gördüm Sayın Yazıcıyı... “YAKILAMAYAN MEKTUPLAR” adındaki roman orijinalini çevre baskısıyla, uzun süre meydana çıkaramadığını ama asıl sorunun çevreden kaynaklanan baskı değil, mesleki etik kuralları olduğunu da ince bir nüansla okuyana sezdirmeye çalışıyordu. Neden ne ise ne, ama o sıkıştırılmış bir nesnenin (özellikle de duygusal ağırlığı olanın) uzun süre bir yerde muhafaza edilemeyeceği gerçeğini sosyolojik ve pedagojik ölçülere göre de doğru olmadığının bilincinde, eğer yaşanmışlıklarda bireysel ya da toplumsal bir değer varsa bunun paylaşılması gerektiği düşünüp kitabını yayınlamıştı…
Belirli bir zamanın geniş bölümünü yansıtan “Yakılmayan Mektuplar” tema olarak duygusal bir içerik taşımakta… Açıkçası güzel ve ilkeli bir aşkı; sevinçleriyle, üzüntüleriyle, heyecanlarıyla özellikle de feragat yönüyle tatlı, duru ve insanı sürükleyen bir nitelikle öykülenmekte… Gelenekler, görenekler, yöresel anlayışlar (kriterler) de var temada. Özellikle Karadenizli bir gençle, Aydınlı bir gencin sevda anlayışlarının yüze çıkarılışı, onunda ötesinde, değerlendirme ölçüsünde ne kadar farklılıklar olsa bile aşkın hipotenüsünde birliğin sağlanması gerçekten okumaya değer bir yazım.
Kitabın düzeltisini ben yaptım. Basımı da Sam yayınlarınca gerçekleştirildi. Elinize aldığınızda okkalı bir nitelik taşıdığını göreceksiniz ama onun esas okkalığı, dış görünüşünden çok içinde verilen bilgilerin niteliği ve çok anlam taşımasında… Belki süper bir fizyolojik eforu yok ama okuyana anlatılan konuların dinsel süzgecin içinden de geçirilerek tatlı, zaman zaman mistik bir algı niteliği taşıması, bence okumaya değer olduğunun en güzel yanı… Her şeyin varlığı kadar, yok oluşunun da bir anlamı olduğu, işte bu anlamın bile büyük bir değer ifade ettiği, o nedenle bütün yaşanmışlıklara insanların saygı göstermesi gerektiğinin vurgulanması küçümsenemeyecek bir felsefi yaklaşım. İşte benim yüreğimi baskılayan da bu yönü. Bakın, bu söylemimde haklı olduğumu göreceksiniz. Sayın Yazıcının deyişine göre YAKILMAYAN MEKTUPLARIN içeriğinin ölçüleri nasıl planlanmış:
 Vuslatı almadan, gönül mahzeninde otuz yıl saklanan, saf temiz ve günahsız bir aşkın haykırışı,/ tahterevalliye benzeyen bir dünya hayatının ilginç bir palanlı rastlantısı /günlük hayatın gerçek yaşanmış tablolarına tanık olma / İki neslin bir gönül macerası… Bırakın kitabın tamamını bu konu başlıklarını okumak bile insanı daha kitaba başlamadan heyecanlandırıyor. Bunların dışında romanın kurgusu oldukça iyi planlı yapılmış. Özellikle Mektuplu roman olmasının ilkesine çok güzel uyulmuş. Dolaysıyla blog halinde verilmiş mektuplar. Bu bir kuraldır. Dahası mektuplu romanın dünya edebiyatında kabul gören en güzel sürümüdür. Sonra karakterler, ismiyle hitap edilmesi bile onun içdünyasının ne olduğunu adeta haykırıyor insanın yüzüne. İnanç konusundaki totemden öte saygı gerektiren söylemler bir gülün üzerine serpilmiş su damlaları kadar etkileyici ve güzel görünüyor. Hikayenin tamamından çok, yeri geldiğinde göze çarpması yaşamın her yönüyle güzel olduğu vurgusunu anımsatıyor insana… Hangi yönden bakarsanız bakın, gerçekten ben böylesine karma bir bilgi birimi olan kişinin, bilgilerin hiçbirinin ucunu kaçırmadan, bizlere okunacak ölçülü bir roman çıkarmasından mutlu olduğum kadar severek de okudum. Dili, diyalogları ve dil kuralları, hepsi yerinde… Belki elinize aldığınızda kapak kompozisyonundan pek bir şey anlayamayacaksınız ama sayfaları çevirmeye başladığınızda YAKILMAYAN MEKTUPLARI çok beğeneceksiniz, bittiğinde de böyle bir yaşamı ben de yaşadım/ yaşayacağım duygularıyla sevgili Mehmet YAZICI’YA teşekkür edeceksiniz. Teşekkür ederim Mehmet Yazıcı, okuyucularına böyle güzel bir eser kazandırdığın için. Sizi kutlarken başarılarınızın devamını diliyorum.

Mehmet Yazıcı
Yakılmayan Mektuplar
Sam Yayınları


1 Ocak 2016 Cuma


ROMANDA ESTETİĞİN EŞİĞİNDEN GİRMEYE ÇALIŞAN GENÇ BİR YAZAR
                MERAL CAN ULUDAĞ
                Sevgili Can’la uzun zamana yayılan bir dostluğumuz, çalışma arkadaşlığımız var. Onu ilk kez Engelliler Derneğini yayın organı olan YENİ OLUŞUM gazetesinin sorumlu yayın yönetmeni olduğumu süreçte yakından tanıma olanağı buldum. Daha önce de fuarlar nedeniyle tanışmıştık ama gazete çalışma süreci kadar yakından tanışmamıştık. Gazetede yazı yazacağını, özellikle toplumsal yaşamı işleyeceğini da söyledi. Mutlu oldum. Tabii hemen ona bir yer açtık gazetede. Şu an ne kadar bizimle çalıştığını hatırlamıyor olsam da uzun bir süreç olduğundan eminim. Onun asıl o zaman sanatı hakkında çırpınışına tanık olmuş, başarabilmek için kılı kırk yardığını görmüş, “istersen yardım edebilirim” demiştim.
İnsanları sevmede kendine özgü bir anlayışı olan Meral CAN, ayni zamanda iyi bir şairdi. Yanılmıyorsan üç şiir kitabı vardı. Ama o bununla yetinmiyor, daha fazlasını, daha olağanüstüsünü istiyordu. Bu çok istediği şeyde romandı… “Acaba o aralar, dünyanın en soyut edebiyatının şiir olduğu söylenseydi, yine de roman yazar mıydı?” diye sorulsaydı, sanırım yine “evet” derdi, Meral. Çünkü onun yaşamında şiir çok özel bir estetik yapıya sahip olsa da, yüreğindeki sorgulamaları yeterince yüze çıkaramıyordu. “Ben” diyordu, “beni, kendimi ve yaşamımı sorgulayıp, topluma yanlış veya doğru yönde gerçek bir yaşam örneği aktarmak istiyorum. İnsanlar bunu okuyunca yine doğru ve yanlış konusunda seçim yapabilsinler. Sonuçta doğruyu bulmak ve uygulamak da değerli bir erdemdir, denesinler... Böyle bir olaya neden olmak da, görevlerin en güzelidir.” Doğrusu söylediklerinde onu haklı bulmuştum. Çünkü şiir soyut bir edebi değerdir. O nedenle imgesi daha çok yaşanmak istenilen/istenmeyen tutkuların hayalidir. Oysa roman kurgu da olsa gerçek bir yaşamdan yola çıkılmışlığını mutlaka kitabın bir yerinde vurgular… Yani imgesi genelde gerçek düşlerin ürünüdür. O süreçte bunları aktarmıştım sevgili Meral’e… Belki de benim bu söylemimden roman yazamazsın anlamı çıkarmıştı. Bilmiyorum ama ben o manada değil, daha çok uğraş isteyen, araştırma gerektiren, bilgi birikimi gerektirdiği gerekçesiyle söylemiştim. Gerçek de öyleydi, orta ölçekli bir roman bir yıldan önce yazılmıyordu. Bu da sabır ve masaya bağlılık gerektiriyordu. Oysa Meral yapı olarak enerjik bir yapıya sahipti… Belki de benimle bu yönde bağ kuramayacağını düşündü, kim bilir? Sonuçta iki yıla yakın bir süreç uzak kaldı benden.
Derken bir gün ona Facebook’ta rastladım. Merhabalaştıktan sonra derdinin yeniden depreştiğini, mutlaka romanı yazması gerektiğini, kendisine yardım etmemi söyledi. Zaten ret etmen imkânsızdı. Arkasından elinde yazılmış bir roman denemsi olup olmadığını sordum, var dedi. İnternetle gönderdi. Okuyunca apışıp kaldım. Aslında çok güzel bir içkonuşma ve zıtlıklar tutanağıydı gelen yazılar. Hikâyenin nereye gittiği de rahatlıkla okunabiliyordu. Bunu kendisine söyledim çok mutlu oldu. Amacım biraz da onu bu yönde yüreklendirmekti. Daha sonra romanın özet hikâyesini çıkardık, olayları yer ve zaman göstererek işlemeye başladık. O yazdıkça bana gönderiyor, ben de düzeltip geri gönderirken yanlışları ve doğruları renkli kutularda açıkça gösteriyordum. Bu çalışma biçimimiz nerdeyse yedi ayı geçen bir süreyi buldu… Sonuçta bu işin sandığı kadar kolay olmadığını, bir yolculuk anında bile diz üstünde yazılabilen şiirin (ki aslında şiiri küçümsediğimden değil, çalışma koşullarının zorluğu nedeniyle) karalama taslağından çok farklı olduğu gerçeğini çıkardığını söyledi. Bundan ötürüdür ki, roman için iki sefer İzmir’e geldi.  Bu gelip gitmeleri onu romanına biraz daha bağlıyor, bu bağlılığa izafeten de final bölümünü İzmir de sonuçlandırmıştı… Bu yönde kendisine teşekkür etmeliyim.Çok güzel bir kadirşinaslık örneği sergilemiş.
Romanın tamamlanış açısının ardından biraz da içerikten söz edeceğim. Çünkü bu söyleyeceklerim, romanın okuyucu ile yakınlaşmasını/buluşmasını sağlayacaktır. Çünkü dostumun kitabına güveniyor tavsiye ediyorum.
Kitabın anlatım dili çok sade! Anlaşılır bir üslubu var. Kurguladığı olayları dolambaçlı yollara saptırmadan yalın şekilde özetliyor. Zaman zaman kullandığı devrik cümleler olayın akışını keser gibi gözükse de, bu durum okura uzun uzun yol göstermeden öte adeta –kardeşim, ister beğen, isterse beğenme ama bu iş böyle- dercesine alaysımalı bir ifadeye dönüşüyor. Tabi bu tür ironik tavırları sergilemek romanda çok önemli, çünkü söylenilenden ders çıkarılabileceği gibi, yapmasan da olur tavrıyla adeta okuyanla oyun oynuyor Meral Can… Günümüz insanı böyle post-modern olayları daha çok seviyor. Çünkü çalışma sürecinin ağırlığından, uzun uzadıya yapılan anlatımlardan hoşlanmıyor. Onlar az ve öz ama duygusal yönde de derinliği olan anlatımlar istiyor… Kanımca bu gerçeği bilerek böyle bir anlatımı tercih etmiş Meral Can. Dolayısıyla bu davranışı yaptığı işi benimsediğinin özel bir kanıtı! Baştan savma bir iş değil.
“Edebiyat, karma düşünceden tamamen bağımsız kalarak, yasakların ortaya çıkarılması oyununu çok güzel oynar, gerçeğini çok güzel yansıtmış Meral. İki başkahramanın geleneksel yaşamın içinden bir şekilde sıyrılıp değişik yollardan aynı yere gitmeleri, ama ikisinin de bu gerçeği bilmediği, yıllar sonra tesadüfen yeniden beraber olmaları aşkın kanun tanımazlığını çok güzel yansıtıyor ve başta söylenen savı da destekliyor... Burası romanın kırılma noktası aynı zamanda… Bunu sezdirebilmek ustalıktır.
Giriş başlığında “estetik” dedim. Doğru. Çünkü Meral Canın romanı birey gerçeğini yansıtsa da, edebiyatın estetik ayağına daha yakın. Bana kalırsa bu yakınlık ya da yatkınlık onun şair olmasından ve şiiri yapısal olarak çok iyi okumasından kaynaklanıyor. Yoksa şiir üslubuyla kolay roman yazamaz. Bu gerçeği bilmek gerekir. Bunu da “ RUH TUTULMASI” adlı kitabındaki –metin her şeyi söylemez. Yani sözün gidebileceği yere kadar gider. Orada başka bir yer başlar. İşte bizi oraya artık kelimeler değil, yazımın yapısından esinlenen renk, çizgi, ışık gibi simgesel unsurların özel ahengi götürür- gerçeğini çok güzel yansıtmaktadır. Bu gerçek bize ancak estetik vurguyla kendini belli eder. İşte bu özelliği Meralin romanında gördüğüm için böyle söyledim. Gönlümden geçen şu ki; eğer roman konusunda dersine iyi çalışırsa o, - yapılarında bulunan belirsizlik yerleri tamamlanmamış, puslu bir görünüş iktifa etse bile, asırların birbirlerine devredeceği, sönmek bilmeyen ışıklı romanlar yazabilecek nitelikte bir romancıdır. Çünkü o, romanını duygu yoğunluğu ile yazmakta, duygunun derinliklerine inerek asıl ayrıntıyı o derinliklerde aramaktadır. Bu özellikleri RUH TUTULMASI romanın dokuları arasında oldukça fazla gördüm ve estetik sözcüğünü o nedenle kullandım. Ve… ve severek gerçek duygularımı yeniden sorgulama gereği duyarak okudum. Sizlerin de RUH TUTULMASINI okuyarak böyle bir gerçeği yakalayacağınızı umuyorum. Lütfen bu güzel duyguları yaşayın.
Gelecekteki nice estetik romanlara sevgili Meral Can, kutluyor ve başarının daim olmasını diliyorum.
RUH TUTULMASI
Meral CAN ULUDAĞ

Molakitap yayınları

20 Aralık 2015 Pazar


Romanı değerlendirmenin devamı:

Otobiyografik roman, ülkemizde değeri bilinen bir yazın türü olup olmadığı hala tartışılma konusudur. Bazı eleştirmenler bu türün içtenliğine pek inanmazlar.  Bu yöndeki savunmaları da şöyledir:
 Yazarın kendi kendini anlatması demek, kendini parçalara bölmek, ayırmak,  eserine, usunda kendisinin yansıtabildiği yaşam parçalarını anlatmak demektir.Peki, böyle parçalara ayırmakla bunun kendi yaşamından bir bölüm olduğunu nasıl anlayacağız? Ya, bireysel yaşam parçası değil, toplumsal şuuru, modernizmin, riyanın, yalanın en adi biçimde kurgulandığı bir yazım ortaya çıkarsa, o zaman ne olacak? İşte bu düşünülenin olmaması için şu ölçüyü unutmamak gerekiyor:
Otobiyografik konuda sanat bilgisi edinmek. Bu bilgiden yoksun olan kişiler, bu tür romanı çok zor yazarlar. Bu bir ölçüdür, unutmamak gerekiyor.
Şimdi bu savın  geçerli olduğuna doğru diyelim. Bununla beraber bildiğim ve doğru olduğuna inandığım başka bir şey daha var; o da bugünkü kitap evlerinin raflarını dolduran roman türünün daha çok otobiyografi roman olması.
 Romancı kimliğimle öğrenebildiğim başka bir gerçek de şudur; bir romancının başkasını anlatmada başarılı olması, ancak kendi gözlemleri, kendi birikimi ve kendi deneyimlerinin yardımıyla gerçekleşir. Bunu bir başkasının yönlendirmesiyle gerçekleştirmesi olanaksızdır.
Bugün hepimizin bu yönde bildiği bir gerçek var. O’da günümüzde insan yaşamın tamamını yazmak, romancı da dahil olmak üzere hiç kimse için olanaklı değildir. 
Üstelik bu yaşamın ayrıntılarıyla hatırlanması çok zordur. Dahası hafıza yaşananların hepsini anımsayarak şuurumuza “bunu yaz” diye dikte edemez. O anki ruhsal yapımıza göre ancak içinden seçmeler yapabilir. Aradan geçen zaman içinde silinen kayda değer ayrıntılar olacaktır muhakkak. İşte bu yok olan değerleri de, hayallerimiz doldurur. Bu nedenle kişi gördüğü ya da yaşadığı bir olayı, başkasına bütün ayrıntısıyla sıcağı sıcağına hikaye etmek istediğinde hafızasının kekelediği bölümlerde, hayallerini yardıma çağırmak zorundadır. Ondan faydalanır. Çünkü o kaybı doldu-rabilecek en büyük etmen başkasının hayalinden çok kendisinin   hayalidir…Otobiyografi türü yazarken bunu hiç unutmamak gerekir.
Şimdi biraz da romanla insan ruhu ve toplum arasındaki ilişkilere göz atalım:
 Romanın toplumu ilgilendirme biçimiyle en çok İlahiyatçılar, hukukçular, edebiyatçılar, estetikçiler, ruh bilimcileri ve sosyologlar ilgilenirler. Onun da ötesinde bu yönde fikir üreten herkes kendisini ilgilendiren konunun önemli olduğu savından hareket etmeye çalışır. Hatta bu yönde karşısındakiyle atışıp/kakışmaktan bile geri kalmaz. Bunlar daha çok romanın farklı zamanda izleyicisi durumunda olan kişilerdir. Bunlar oldukça fanatiktilerZaman zaman  aralarında sanat ve ahlak kavramındaki düşüncelerini haklı çıkarmak nedeniyle tartışıp mahkemelere/savcılıklara düşenler bile olur. BU hal mantığımızın onaylayacağı bir davranış değildir. Sonuçta hiç umulmadık cezalar alanlar olur. Oysa mahkemelerin bu yönde bir karar vermesi çok zor, o oranda da verilen cezalar da anlamsızdır. Çünkü onları ceza veren yargıçların, güzel sanatlar hakkında hiçbir ilgilisi ve birikimi yoktur. 
Eğer bu birikim olmuş olsaydı, en basitinden çok yakınlarında olan (en basitinden bir müzeyi gezip konu hakkında bilgi edinmiş olsalardı sanat ve onu kuşatan ahlak biliminin nasıl olduğunu seçebilirler, böylesi estetik yöndeki bir davada hiç istenmeyen kararlar almazlardı.
Dolayısıyla bu yönde öylesine karmaşık, adeta çözümlenmek istenmeyip ötelenip duran bir sorunlar yumağı mevcuttur. Bu sorun sadece mevcut meslek sahiplerinin değil, sanatçıların da ortak sorunu olarak algılanıp, çözümüne uğraşılmalıdır.  Maalesef böyle bir çalışma olmadı. Hatta ortak bir fikir bile yürütülmedi. Herkes kendi düşüncesini doğru saydı. Eğer yöneticilerin ve bireyin sanata bakış açıları olumlu olup bu yönde birikimleri bulunsaydı, romanın toplumun ortak bağlarını güçlendiren,  bir yazım türü olduğu savunulur, toplum geleneklerini adeta yok sayan bir anarşi faktörü olduğu söylenmezdi...Dolayısıyla ahlaki olmasa bile sosyolojik roman teması aşağıda gösterilen örnekteki gibi okuyucuya sunulmazdı.Örneğin:
 Birçok romanın konusu; evinden ayrılmasına  izin bile  verilmeyen erişkin bir kızın, nasıl gizli bir aşk yaşadığı, sonucunda da dokuz aylık hamileliğinin nasıl gerçekleştiği konusu normal bir olaymış gibi işlenip reklam yapılmazdı.
Macera romanı, aşk romanı gibi yazımlar çok zaman zina işleyen kadını anlatırlar. Bu tür anlatımların, “kişi duygusunu, yaptığına karşı savunma düşüncesine yönlendirir. Bu durum olması istenilen toplum düzenine karşı, neredeyse düzensizliği savunup, onun yanında yer aldığı fikrine dönüştüğümü ileri çıkarır. En kötüsü de insanlara ruh zayıflığını öğretiyor.” Denilen düşünceler bir roman şahaseriymiş gibi gösterilmezdi. Bu tür yazımlar ve düşünceler, edebi yönden yoksun, fakir ve hatta yeterli birikimi olmayan sanat kişisinin marazi düşüncelerinden başka bir şey değildir. Ruh analiz ve iç sorgulama olmadıkça konuyu ne kadar iğrençliğe bulandırsan da roma olarak hiç anlamı olmaz... Bana kalırsa İNSAN NE İSE ROMAN DA ODUR! Derim. Eğer onun yansıtılması okuyanda tiksinti ya da utanç yaratıyorsa, kabahat onu yansıtılması sağlayan aynada değil, o aynayı kişilerin yüzüne yanlış tutanlardadır demek daha mantıklı bir sözdür.
Kısacası, Aşk bir tutkudur! Bunu yaşayanlar birbirlerini ölürcesine istiyorlar. Peki, bu olguda inkar götüren ne var? Ben bir neden bulamıyorum. O zaman böylesi bir olayda sorunu, ruh zayıflığı diye değerlendirenler düşünsünler. Romancılar (hangi türde olursa olsun) ve okuyucular değil!
Aslında şunu da söylemek mümkün; bu iddiaları savunanların karşısında, toplum sessiz kalıp, savunma gereği bile duymamıştır. Çünkü “Aşk, kadın erkek herkesin yaşayabileceği anlamlı bir duygu yoğunluğudur, ne birey ne de toplum tarafından savunulmaya   ihtiyacı bile yoktur!” şeklindeki bir yargıdan ötürü bu kanıya varılıp tarafsız kalınmıştı diye düşünüyorum…

Romancının kendisi ile yarattığı kahramanları arasındaki ilişki:

Bütün romanlardaki tipler (karakterler) küçük ya da büyük ölçekte yalancı ve takma isimle tipleşen "romancının kendisinden başkası değildir" denilen kemikleşmiş bir yargı vardır. Bu bir yere kadar doğrudur. Ama romancı ona, gerçekliğin maskesini çok ustaca, yani iğretiliği belli olmayacak biçimde takar, onları en ideal haliyle, (gerçek yaşamdan farkı olmayan biçimiyle) rolleriyle birlikte süsleyip yaratmaya çalışır. Bunun da ötesinde usta romancılar, beyninde her zaman birçok kişinin hünerlerini taşırlar. Bunlar davranıştan tutun da konuşmaya kadar birçok yaşam biçiminden oluşurlar. Ama bunların içinde bir kısmı, kurguya uymadıkları için mevcut yazımda kendine bir ortam bulmadıkları için ortaya çıkmazlar.
-Eğer romancı yaşadığı ortamdan, daha deşik bir semt ya da mahallede yaşasaydı işte o zaman o dışarıda kalıp kendine rol bulamayan karakterlerden biri bu yenilikten yararlanıp, herhangi bir tipleme olarak karşımıza çıkabilirdi. Çünkü romancı içinde barındırdığı her karakterine gönlünden geçen kimliği vererek onlara daha farklı ün kazandırır. Bu da ancak yeni bilinçler ve yeni araştırmalar sonucu ortaya çıkar. Bu birikimler de ancak onun yeni yaşamaya başladığı yerlerde olur.
-Romanlarda realist ölçüde bir tarafsızlık olmasa bile, bu ölçüye yaklaşıldığı oranda tarafsızlık prensibine uyulmuş olunur. Bu ölçüyü daha çok modern romanlarda görmek mümkündür.

ÖYKÜYÜ ŞİİRLEŞTİREN USTA YAZAR
ATİLA ER
                Sevgili Atila ile dostluğumuz uzun yıllara dayanır. Belki İzmir’de ilk tanıdığım yazardır… Bunda da sıcakkanlı ve dostça davranışının etkisi çoktur… Onu sanatçı kişiliğiyle en olgun süreci olan 2000’li yıllarda daha yakından tanıma şansım oldu… Özellikle benim Sağlık Der. Genel başkanı olduğum dönemlerde… Şairliğinin yanı sıra kişisel davranışları ve yazına olan tutkusu onu her gün biraz daha güçlendiriyor, bu yoldaki yükseliş basamaklarını sağlamlaştırıyordu… Atila’nın bu tutkusunun kendisini bir gün doruk noktaya taşıyacağını biliyordum. Bunda da yanılmadım. Çünkü sevgili dostum, şiirin yanı sıra edebiyatın diğer kolu olan deneme ve öykü çalışmalarına da başlamıştı. Tabii onun çocuklar için yazmış olduğu öyküler ve şiirlerinden de söz etmeden geçersem saygısızlık yapmış olurum…
Ben, belki yapımdan kaynaklanan bir nedenden ötürü edebiyatın sadece roman türüyle uğraşmayı tercih ettim. Romanı sevdim, onun ivme kazanması için kendimle adeta yarıştım. Böyle bir çalışma yaparken deneme ve öyküye de zaman ayırdığım süreçler oldu. Dahası bu yönde birikime gereksinimim olduğun düşündüm. Tzvetan Todorov, Sait Faik, Sabahattin Ali ve Çehov benim bu yoldaki çalışmalarımın rehberidir. Özellikle de Tzvetan Todorov’un Edebiyat kavramıyla öykü ve denemenin ne olduğunu daha iyi seçmeye başladım. Bunu neden söylüyorum?  Bir önemi olduğu için. Çünkü Atila’nın  “Zekarat” isimli ilk deneme kitabını, (yazımın hemen arkasından,) bu taze birikimimle ilk okuma işi bana nasip oldu. Adını söylediğim bu ustaların sanatsal sinerjisiyle iyice sindirerek okumuş, çok da keyif almıştım Zekarat’tan…  Şimdi de bu kitabını “AŞK YALNIZLIKLARINI”  geç de olsa okuyabildim. Zaten bu yazıyı yazmam da bundan kaynaklandı, hatta biraz da gecikti bir takım zorunluluklarımdan…
AŞK YALNIZLIKLARI, Kanguru yayınlarınca basılmış. Kapak kompozisyonu da çok anlamlı! Sanki ruhun iki yapısına iki ayrı perspektiften bakmış, hem sevinci, hem de kaygıyı yansıtan üslup çok güzel seçiliyor resimde... Üstelik içinde taşıdığı öykülerin anlamını da çok güzel özetlemiş… 96 sayfa, iki bölüm ve on yedi öyküden oluşan kitap, küçük gibi görünse de anlam itibarıyla zor taşınabilecek bir eser. Onun tanıtımında bir konuşmacının, “Atila’nın öykülerinin ilk paragraf başlığı ile sonuca ulaşamazsınız. Çünkü giriş ve genişleme paragrafı sizi umduğunuz dünyaya götürmekden uzaktır. Daha farklı bir dünya’ya yolculuk yapacağınıza inandığınız anda da, bir de bakmışsınız ki, konunun ana temasına geri dönmüşsünüz.”  Demişti…
Demişti de bana biraz garip gelmişti yaklaşım. Çünkü onun denemelerindeki mesajdan içinden geldiğiniz yeri, nereye gideceğinizi, ne yapacağınızı hatta ne düşündüğünüzü daha ilk söylemden seçersiniz. Diye düşünmüş fazla kaile almamıştım… Bunda yanıldığımı hatırladım. Demek ki konuşmacı gerçeklerden söz etmişti… Onun da ötesinde Atila geçmişin kendinse sağladığı olağanüstü deneyimle farklı bir öykü yazma biçimi yaratmış… Doğrusu bundan çok mutlu oldum. Öykü ve romanlar aynen insan yaşamı gibi hep ileriye bakarlar. Bu ilerinin içinde insanın her türlü donanımı vardır. Bu donanımı okuyucunun anlayacağı biçimde sergileyebiliyorsan doğru yoldasın demektir. Atila bu doğru yolu seçtiği gibi, içinde yaşadığı çağın gerçek insanını da vurgulamaya çalışmış deyip, biraz da kitabın iç sayfalarında gezinelim istiyorum. Burada bazı konu başlıklarının ileri çıktığını hep birlikte göreceğiz. Bunu da içimizden geldiği gibi, eskinin o bunaltıcı yapılarından sıyrılarak özgünce söylemeye çalışacağız düşüncelerimiz...  Bir kere sevgili Atlila, ilk öyküsünde bir çocukluk özlemiyle yola çıktığını vurgulamaya çalışırken asıl satır aralarına öğüt vermeyi yeğlemiş. Üstelik her canlının yaşamdaki payı kadar olan hakkını kendine teslim etmeye çalışmış. Bunu yaparken de insanların umursamaz yönlerine göndermede bulunmuş, “Aynen bu dünyaya insan olarak neden geldiniz?“  Sorusuna yanıt ararcasına… Bunu zaman gelmiş arıların üstünden, zaman gelmiş serçelerin üzerinde örneklemeye çalışmış. Çoğunu okurken Fransız yazarı La Fonteini anımsadım. O da iyilikleri ve kötülükleri hayvanlar üzerinden küçüklere anlatmaya çalışıyordu. Ama sevgili dostumda daha farklı ve daha can alıcı bir yön daha gelişmişti, o da seslenişte büyük küçük seçmemişti. Toplumun geneline seslenmişti. Bu da bana Sabahattin Ali’nin “Toplum gerçekçiliğini” anımsattı. Buna ortak sözü “Evladım, sakın ola kuş yuvalarına zarar verme, kuş yuvasını bozanın yuvası olmazmış, özellikle de serçe yuvasını…” Tabii buraya ormanda çıkan yangında bütün hayvanlar ilgisiz kalırken, sadece serçenin gagasıyla sutaşıma çalışmasını örnek bir davranış olarak yapıştırmak gerekir… En azından getireceği suyla yangını söndüremese de, yangını söndürmeye gayret etmesi büyüklerin bile ders çıkarması gereken bir vurgudur. Tabii böyle bir vurgunun özünde sevgi olmaz mı? “Bir serçenin balkona yuva yapması sonucu, kanatlanıp uçana kadar, ev halkınca gösterilen saygının adı, sanırım sevgiden başka bir şeydeğildir. Bu yönde de dikkat çekmek isterim.” Nedense serçelere karşı tutkusu fazla Atila’nın… Eğretime yapmasını da onlarla daha güzel yapıyor. Bunu çalışkan olmalarına bağlıyor, daha çok…  Yaşamım boyunca defalarca yolum kesişti bu akıllı serçelerle” sözüyle sizi yine başka bir akıl bahçesine çekerken, öykünün giriş grafiğini aniden düşürüyor. Bu anda öykü bitti sanıyorsunuz. Oysa öyle değil, “Bütün gün evde oturmaktan sıkılmıştım. İçim daralmıştı.  Eşimin onayını aldıktan sonra çarşıya gitmek üzere yola koyuldum” şeklindeki yeni paragrafıyla sizi ayni öykünün başka girift bir yapısına çekmeye çalışıyor. Oysa paragraf ayni öykünün devamı. İşte burada okuyucu ile küçük oyunlar da oynuyor Atilla. O oyunun karmaşasına okuyucuyu çekerek, ayni konuyla başka bir hayal içinde etkilemeye çalışıyor yürekleri… Bu yaptığı çağdaş öykü geleneğinin bir uygulaması! Okuyucuyu demek istediklerini anlamaya yönlendiriyor. Hem de ciddi ciddi sözcüklerle… Aynı zamanda düşündürüyor. İşte bakın bu paragrafa söylediklerimde ne kadar haklı olduğumu göreceksiniz. Konu yine o akıllı serçeler…  Serçe ona, “Er, gene kon… Er, gene kon!” derken, çıktığı daldaki si(li)vri budaklardan sakınmasını söylüyor. Tabi istediği oyun da başlıyor yeniden “ … gizlice gülüyorum ona. Peltek konuşan çocuklara benziyordu. Budakların silivri yanı… Hay hay çok komikti arkadaşım” diye ülkemizin bir siyasal acı gerçeğini vurgulamaya çalışırken, sivri dillilikten de bir takım simgelerle korunmaya çalışıyordu. Hem de ileri gittiğini anımsatarak “Er, gene kon! Er, gene kon!../ O günden sonra hep saklanır oldum. Yaşlı meşe ağacının si(li)vri dallarından… Ne yapayım çok zeki de olsa, sonuçta bir kuştu işte. Zor öğreniyordu Türkçeyi. Ya biz… kuş dilini…” Buradaki zıtlık da göz ardı edilecek değil tabii… Cümle yapısını biraz keskin buldum. Bu şiirsel alışkanlıktan kaynaklansa da söyleyeceklerini çok iyi bildiği gösteriyor. Güzel bir kazanım. Kısa cümleler, sade ve anlaşılır nitelikte… Onun da ötesinde “Peltek” gibi bazı yörelerin çok kullandığı bölgesel sözcükleri de ustaca kullanabilmiş. Bu hali onun öykü bazında oldukça zenginleştiğini gösteriyor. Bazı öykülerinde postmodern tarzı uygulamalar kullandığını gördüm. “Bir suç denemesi” adlı öyküsünde oldukça yüze çıkıyor bu kullanım. Sakınca değil, günümüzde bu tür bir yaşam benimsenmişse, öykülerimizde yansıyacaktır elbette, bu çok doğal… Özellikle Yahya Kemalin “sesiz gemisi”, (gemilerde talim var), gibi şiir- anonim türkü sözünden alınan parçalar, asıl anlatılmak istediği öykünün içine kes-yapıştır usulüyle nakışlaması postmodern yazım kavramının en güzel örneği. Böylece daha değişik bir algılama yaratmış oluyor Atila… Günlük çalkantının içinde çabuk unuttuğumuz “şehit haberlerinin” postmodern anlayışa çok benzediğini adeta gözümüzün içine sessizce sokmuş…
Onun bu kitaptaki her öyküsü böylesine uzun bir yazı olacak nitelikte. Ancak ben onun öykücülüğü konusunda düşündüklerimi hemen hemen söylemiş durumdayım. Böyle tanıtımlarda gereksiz sözcüklerle işin etiğinden ayrılmak doğru değildir. Öte yandan bir insanın edebiyatçı kimliğinin sadece öykü türünü böylesi kısa tanımlarla yüze çıkarmak mümkün değil… Bu bir kitap bile olsa. Ancak Blog etiğine de uymak zorundayım. Bu nedenle yazımı burada noktalarken sevgili dostuma başarılar diliyor, yüreğine sağlık derken, okuyucuya da  “eğer düşünmek, düşünerek yeniden yaşamak istiyorsanız –AŞK YALNIZLIKLARI-  kitabının çengeline mutlaka takılın. Unutmayın okuyunca çok mutlu olacaksınız. Aynen benim gibi sevinci ve acıyı birlikte yaşayacaksınız. Saygılarımla…
AŞK YALNIZLIKLARI

ATİLA ER – KANGURU YAYINLARI

15 Aralık 2015 Salı



Umudunu yaşamına katık yapan romancı

         EMİNE ŞİMŞEK EMİRAL

Emine Şimşek Emiral Ziraat Mühendisi. Toplumcu düşüncesi onu kooperatifçi yapmış. Bu nedenle uzun süre Ziraat Bankasının kooperatif projelerinin içinde bulunmuş. Eskinin tabiriyle yarı resmi devlet kurumlarında çalışmak zordur. Ama o bu zoru, yüreğini zorlayan düşleriyle, kolay hale getirmiş. Tabi böyle bir işi yapmak pek de kolay dolmuyor. Ama kolaylık onun önce halkına, sonra da içinden geldiği aile yapısına benzer toplumların yapısını değiştirme hayallerindendir… Bu sevda daha ilkokul evresinde başlar sevgili Emine de… Dağ başında gelişmeyi, ilerlemeyi sadece inanca bağlamış bir ortamda köyüne ilkokul açılmasıyla, bir kardelen zoruyla güneşten tarafa bakmayı, onun ışığından faydalanmayı aklına koyup hayal eder… Bu isteği ilkokuldan sonra tahsil yapabilme olanağını eşkinleştirip, öğretmenini ve babasını bu yönde zorlar…  Zora bir şey dayanmaz ve devlet yatılı lisesi, sonra da Ziraat Mühendisliği için Üniversiteye…
Özellikle yüksekokul evresi hayalleri yönünde adeta sorgulamadır Emine’nin. Onun için yaşamı adına önüne çıkan her olanaktan gücü oranında yararlanmaya çalışır. Bu yönde de hayalleri içinde karanlık yerlerin kalmaması, onun da ötesinde kendi ulusu ile başka ulusların düş farklarının nasıl olduğunu ayırt edebilmek için yurtdışına da gider… Oradaki toplulukların, bireylerin en çok da hemcinslerinin yaşama bakışlarını irdeler. Aradaki farklılığı, ülkesindeki toplum farklılıkları ile harmanlayıp gönlündeki bireyin nasıl olacağına, ne olduğuna çareler aramaya başlar… İşte bu arayış onu yazım dünyasının içine itmiştir… Sonunda aradığı resmi çizmiştir. Ama bu resmin ilk ayağı ailesidir. Önce ailesinden ve çevresinden başlar değişime… Karınca kaderince hepsine katkı yapmaya, insanca düşünebilmeleri için güç vermeye çalışır… Bunu yaparken bölgesindeki kadın problemlerine de parmak basar. Tabii çevre örneğinde olduğu gibi yine işe annesinden başlar… İşte bunları kitaba döker Emine… İlginçtir Yazmada da yine düşleri yönlendirir onu. O nedenle kitabının adı da “UMUT KUŞUN KANADINDA” dır… İnsanlar umut ettiğince yaşar derler, ne kadar doğrudur bilmiyorum. Bana göre bunun bir anlamı yaşıyorsan umutlusundur biçiminde bir tariftir. Ters adamım ya! Ama gelin görün ki, yaşamını yarının Tİ’ sine almış, gelecekten çok büyük girdiler beklemeyen insanlar hep umutludurlar… Umut onların ekmeğidir, ekmeğindeki tek kalem katığı… Sevinçleri! Dolaysıyla o kadar da acılarıdır… Bunca açıklamayı neden yaptım? Bana göre açıklama çok entrasan, o kadar da elzem… Çünkü hayata sıfır noktasına yakın bir ölçüde başlayan bir aile savaşımının bir bilenin kanatlarına dokunmasıyla, yaşamın merkezine uçmayı öğrenmesi, onun da ötesinde daha güzel yaşayabilmeyi amaç edinmesine neden olmak sanırım umutların en büyüğüdür… İşte “UMUT KUŞUN KANADINDA” romanı bu felsefe ile ele alınmış daha çok da biyografi tarzına yakın yazılmış bir roman… Kısaca söylemek isterim, insanın hoşuna giden bir müziğe sesli olarak iştirak etmesi tadında okunacak bir kitap… Zaman zaman sevinç ve acıların yansıtılmasında insanı derinden sarsan inişler çıkışlar olsa da, bir dağ köyünde yaşayan insanların duygusal fısıltılarını duyabilme, analiz edebilme açısından çok yerinde olmuş bu iniş çıkışlar… Sesleniş dili de öyle sade ve arı… Özellikle cümle kuruluşlarında seçtiği sözcükler onun meramını anlatmaya en yatkın sözcükler olduğu gibi, bir romancı için eklektik davranmanın da önemini çok güzel yansıtan nitelikte… Bu değerlendirmeyi Emine Emiral’le birlikte çalışmamız nedeniyle yazmıyorum.  Onun yaptığı iş için sarf ettiği efor’a ve hep iyiyi yakalama azmine hayran olduğum için yazıyorum daha çok… Ama birlikte çalışmaktan da çok hoşnut olduğumun altını çizmek isterim… Şimdi kitabın arka kapağına yazmış olduğum tanıtım yazısı, metinin tamamının çok iyi bir özeti olduğunu için, burada bir daha yenilerken, çalışkan sosyal arkadaşımın ayni tatla yeni eserler vermesini diliyorum…
“Emine Şimşek Emiral “UMUT KUŞUN KANADINDA” adındaki biyografi romanı ile çok güzel bir Anadolu profili çizmiş. Anadolu da birçok yerleşim yerinin kaderi olan içe kapanıklık yaşamın toplumla adeta inatlaştığını hepimiz biliriz. Ne var ki böyle bir inatçılığa zaman zaman isyan edenler de olur ve kendini bilinçlendirmenin ötesinde çevrelerine de ışık verirler. Bunun en güzel örneklerinden biri de Emine Şimşek Emiral’dir… Aydınlanmanın bilincine erişince çevresine de rehber olup onara yol yolak olur. Derken kadın olduğunun da farkına varır.  Bu kez de kendini ve Anadolu kadınını sorgulamaya başlar. Çünkü o, Anadolu’nun geri kalmışlığının ancak anaların bilinçlenmesiyle giderileceğini düşünür. Bu düşüncenin başında da kadın hakları konusunda elde edilecek kazanımların geldiğini dillendirir. Bu nedenle Anadolu kadını ve Avrupalı kadın arasındaki farklılığı, nedenleriyle ortaya koyar. Bunun önündeki engellerin nasıl yıkılacağı konusunu irdeler. Tabii Ataerkil aile yapısındaki erkek baskısını…
Bunları anlatırken onun farklı bir yönünü daha görürüz. Aile kavramının sosyal ve pedolojik yapısından yola çıkarak problemlerin yoğunlaştığı toplumsal oluşumlara doğru sorunu adeta ivmeler. O, bir araştırıcı yazar olarak iyi bilir ki; yanlışlığın ilk ayağı ailede başlar. Dolaysıyla bunun altını kalın kalın çizer.
Bu önemli toplumsal yarayı, kendi ailesinden yola çıkarak çok güzel ve anlaşılır biçimde dile getirmiştir, yazar. Kadının toplumsam yaşamdaki varlığı, kadın açısından kalkınmanın önündeki engeller, duygusal yaklaşımlar, acılar ve sevinçler içtenlikle anlatılmıştır bu kitapta. İçinde kendinizden de anılar bulabileceğiniz bu kitabı sayfalarını karıştırdıkça beğeneceğinizi ve severek okuyacağınızı umuyorum. Mutlu bir dünya için okuyalım diyorum.
Erdoğan Baysal
UMUT KUŞUN KANADINDA

Gölkitap yayınları

14 Aralık 2015 Pazartesi


roman hakkında genel değerlendirmenin devamı:
                          Romanın tekniği:
        Roman yazmanın tekniği olmadığını savunanlarla, olduğunu savunalar arasında bir yoruma girmeden önce, aramızda terminolojik bir anlaşma sağlamamız gerekir. Bunu da şu soruyla gerçekleştiririz.
Roman tekniğinden ne anlıyoruz?
ÖNEMLİ!!!
        Eğer roman tekniğinden kasıt, bir mimari eser gibi inşa edilmeden, en küçük değişikliği içine alan bir plan ise, böyle bir plan romanın oluşum yapısına aykırıdır. Çünkü mimari eser zamanın dışındadır. Yani bütün parçaları kendini seyredene anında bir tabloyu izler gibi bilgi verir. Dolayısıyla bunu görmek ve anlamak için zamana gereksinim yoktur.  Çünkü mimar, eserini bütünü ve teferruatıyla birlikte daha önceden tasarlar. Dolayısıyla detaylarlar arasında sıkı ilişkiler vardır. Yani matematiksel oranlar söz konusudur. O nedenle yapılmış bina zaman içinde oluşmaz.
Ama romanda hayat ve onun akışı için zorunlu bir zamana ihtiyaç vardır. O nedenle roman bir anda okunmaz.  Parçaları bütünüyle bir anda kavranmaz. Bu durum inorganik yani suni mekân içinde topyekûn oturmuş, bir kerede olup bitmiş bir madde, genişlik ve darlık sistemiyle zamana tabi hayat arasındaki farktır daha çok.
Yani romanın hayatı başından sonuna kadar bir oluş halidir.  Onun yaratılması hayatın kendisi gibi zamana bağlı olduğu kadar, önceden düşünülemeyen ve daha çok da rastlantıya dayanan olayların oluşumu etkiler.
Bir roman yazılmadan önce, gerçekleşmesi için sayısız olanaklar arasından, sadece konusuna esas olan temaları tasarlamak olanağı verir yazara.  Onun için roman içeriği nedeniyle bütün şanslarını ve olanaklarını yazılmadan önce bir plana göre gerçekleştirdiğinden hürriyetini kaybetmiş sayılır. Bu nedenle roman, yaşamı bir kalıp haline getirerek sunileştirir.
Zaten böyle olması da çok doğaldır. Çünkü roman gerçeğin ta kendisini anlatmaz, onun benzer bir biçimi anlatır. O nedenle bu biçimi oluşturan roman yazmanın bir tekniği olduğunu kabul etmek zorunluluğu vardır.
Bu sava şöyle bir açıklık getirmek de mümkün: Romanın yaşamı, aynen bir araba gibi otoyolda gitmekle beraber, ancak romancının kurguladığı bir sona doğru gider. Ne var ki bu gidiş de kesin değildir; yaşam gibi bazen sona ulaşmadan belirsiz bir, hiç umut edilmedik biçimde neticelenebilirİşte bu netice, durum ne olursa olsun romanın sonudur.
Hayatın başlangıcıyla sonucu arasındaki kılgısal dönüşümleri izleyen roman, yazılırken kendisine tanınan sonsuz olanaklar ve kendine has hukukuyla tam özgür bir anlatım olmasa bile, yine de özgür bir yazım sayılır. Yani hayatın bütününü değil, sadece kurguyla seçilen bölümlerini ele alıp yazar. 
Çünkü roman yazımı biçem bakımından bazı ölçülere bağlı kalmak zorundadır. Aksi halde kısa olması gereken yerler uzun, uzun olması gereken yerler kısa, hatta olay, hareket, diyalog, analiz ve betimleme gibi olgular yaratılamaz. Böyle olunca hayatın akışına aykırı bir gelişme yaratılmış olur. O nedenle roman yazım tekniklerine uymak zorundadır.

Romanda konu, teknik ve üslup:

Bir romancı eserini oluştururken, edindiği deneyimler ve uğraş, bir romana konu olacak kadar önemli ilgi çekicidir? Ne yazık ki bugüne kadar bir romanın yazılış hikâyesi (nasıl yazıldığı, yazılma anında yaşanılanlar) bir romana konu yapılmamıştır. Eğer bu olanaklı olsaydı, yazarın çabalarının, sıkıntıların ve sevinçlerin ne olduğu açıkça ortaya çıkardı.
Bir romancı özellikle de başkahramanın kim olacağı, nasıl bir yaşam sergileyeceği hususu her yazarın ilk baş ağrısıdır. Hem de öyle bir baş ağrısı ki bu; onu hedeflerine ulaştırıp, engelleri aşırana kadar, onun adına çektiği işkenceler, duyduğu zevkler ve tutkuları gerçekten görülmeye, uzun uzun anlatılmaya değer büyük bir macera, o oranda da katlanılması zor bir eziyettir.
Bu eziyet daha tema seçiminde başlar…
Bir sinema operatörü düşünelim. Her gün iş bitene kadar gördüğü manzaraların ve olay kahramanlarının sadece resmini çeker. Bu olay günler boyu böyle devam eder ve operatörün deposunda yüzlerce film makarası oluşur. Ama film henüz oluşmamıştır. Çünkü çektiği bu filmlerden konuyu bütünleştirmek için parçalar kesip, birbirine eklemek, suretiyle olaylar, vakalar ve karakterle bütünlük sağlaması gerekir. İşte böyle bir film yaratmak için ne yapacaktır?
 Filme çektiği o yüzlerce metre ve aralarında konu tutarlılığı olan/olmayan onca sahneyi, perdeye istediği gibi aksettirebilmek için baştan sona yeniden seyretmesi gerekir. Sonra da düşündüğü sahneleri oluşturmak için bu makaralardan seçmeler yapacaktır. Ne var ki böyle bir çalışmayı yapmak oldukça zor bir iştir. Çünkü filme çekilmiş milyonlarca sahnenin kargaşası içinde- aranılan asıl yerin- neresi değerlidir, ya da nesri değersizdir diye bir değer sıralama yapması zorunluluğu vardır. Çünkü markalarca ekilmiş film içinde böylesine sıralanmış, sıraya dizilmiş bir çalışma yoktur. Üstelik bunların hangilerini seçmek gerektiğini gösteren en küçük bir estetik ve teknik ölçü de yoktur… Ama böyle olsa da elinde bir depo dolusu filmi olduğu için romancıya göre şanslıdır.
Şimdi bir de dönüp romancıyı bakalım. Onun böyle hazır bir seçme yapma lüksü olmadığı için sinema operatörden daha kötü şartlarda işe başlar. Bir kere yaşamdan kazandığı, (roman hakkında) her türlü birikim hafızasında aynen film deki gibi depo edilmemiştir. Üstelik bunlardan birçoğunun zamanla kaybolup/ beyinden silindiği de belli değildir. İşte böyle hatırlanması bile şansa bağlı en küçük bir kırıntıdan fayda-lanmak bile romancının iradesini aşabilir. Üstelik bu unutulanlar çok uğraşsak da anımsanmazlar, ancak istedikleri zaman akla gelip, istedikleri zaman da akıldan kaybolurlar.
Operatörün görüntülerinde nasıl olayların göze hoş gelen yönleri tespit edilip ortaya konuluyorsa, romancının da hafızasına işlenen intibaları, anıları, ruh kırıntıları, sayısız heyecan ve fikir tortuları vardır. Bunlar da hatırlanmak ister. Ne yazık ki asıl ortaya çıkarılmak istenilen bununla da sınırlı değildir;  zira yazar yazıya gözlem ve hayalini de eklenmesi gerekir. Daha cesurca söylersek gözlemle hayal edilen birleşecektir. (Anlatı ancak öyle canlanır)
İşte yazılanlardan sizinde okuduğunuz gibi, romancı daha baştan birçok sorunla karşı karşıyadır. Bunları aşabilmek için şu sorular hemen akla düşer:
-Romancının anlatısında daha çok gezi- gözlem mi, yoksa hayal gücü mü hâkim olacaktır.
-Diyelim ki gözlem hâkim oldu. O zaman romancı kendi yaşamından mı, yoksa başkasının yaşamından mı olayları yaratıp aktaracaktır?
-Eğer ikisini birleştirecekse, bu birleşmenin yazın adına ölçüsü ne olacaktır?
-Şimdi tersini düşünelim; yani hayal gücü hâkim olacaksa, gözlem ölçüleri tespit edilmiş bir sınır olacak mı?  Olacaksa nasıl ne ölçüde olacak?
-Romancı, roman kahramanlarını kendisinden ayıran düşünce eşiğini nasıl sezdirecek, kendisini o düşüncelerin arasında nasıl gizleyecek?
-Eğer romancı kendinden başka insanları anlatmak isterse, bunu kendine benzetmeden anlatma şansı var mı? Varsa ölçüsü ne?
-Analizine uğraştığı böylesi zorlu ayrıntıların kargaşalığından hangilerini, hangi ölçüye dayanarak seçecek?
Aslında her roman yasasında, büyük olayların geçmesini, onları dış görünüm ve ruhsal açıdan yorumlanmasını, tahlilini ister. Büyük aşklar, özentili evlenmeler, ayrılmalar, hasretler, cinayetler ve pişmanlık gibi konularla yazılan her roman mutlaka böyle bir niyet taşır…
Bunlar yaşamdan esinlenmeden, kurgu biçiminde de olabilirler. Çok araştırmış çok okumuş insanın kurguda sıkıntısı yoktur. En basiti şu an içinde oturduğumuz oda bile, düşünmesini bilen bir romancı için, adeta olay kaynayan bir kurgu denizinden farksızdır. Hatta hareketsiz duran vücudumuzu yönlendirmeye çalışan beynimiz bile, kim bilir hangi gizli anafor ve iç duyumsamalarla dolu doludur? İşte bütün bunlar yazmak için önemli birer kaynaktır.
 Benim roman anlayışıma göre; beynimizdeki o oturup duran adam, odanın açık olan penceresini kapamak için, yerinden kalkıp üç adım atıp pencereyi kapıyor. İşte bu üç adımla geçen saniyelik yaşam parçası bile, güzel bir roman teması olmaya tartışılmaz bir adaydır. Böyle bir hareketi yazmaya şöyle bir soruyla başlayabiliriz; bu adam pencereyi neden kapatıyor?
Şimdi sorunun yanıtında yatan ayrıntılarına girelim.
-Adam hasta olmamak için pencereyi kapatıyor olabilir. Zira hasta olmak korkusu edebi değeri en yüksek olan romanların teması olan ölüm korkusun da bile vardır. Bu korkuyu sağlayan bağlar, ya da değişik ilgiler, aklımıza yığın yığın kötü olayların gelmesine/yaşanmasına neden olabilir. Bu durum en az bir roman kitabının oluşması için yeterli kaynaktır... İşte size göz açıp kapayana kadar geçen bir süreçte oluşan üç sessiz adımın hatırlattığı bir yazın belgesi…
Hatta o kısa süre içinde silahlar patlayıp, sayısız insan ölebilir… Yahut romanın kahramanı pencereden atlayarak intihar edebilir. İşte gördünüz “Az” denilebilecek o zaman parçası içinde yazacağımız kitap, çok ilgi çekip çevrenizdeki herkesi şaşırtan önemli bir roman olabilir.
-Romanlarda yansıtılan bilgi içeriğinin okuyanda sıkıntı ve bıkkınlık vermesi, roman kompozisyonun yanlış anlatıyla yazılması ve vurguların gereksiz yerlerde yapılmasıyla oluşur.
Burada kusur sadece yazılan bilgi içeriğinde değil, onun yanlış seçiminde ve uygulama yanlışlarının yapılmasındadır. Bu seçimi yapmak amatör romancılar için zordur. Çünkü yazmak istedikleri o kadar çok bilgileri vardır ki; içinden seçtikleri konuya yakışanı bulmakta oldukça zorlanırlar.
Günlük bir yaşamı yazabilmek de romancı için önemlidir. Ya da romancının asıl isteği doğrultuda eserini yaratmak istemesi, onun beynini zorladığı gibi, seçilen konuların sık sık değişmesine de neden olabilir. O nedenle romancı başlarda hep kendisinden, yaptıklarından kuşkuludur.
 Bu yönde Andre Gidenin örnekleri çok güzeldir. Şimdi bu örneği inceleyelim.
“Mesela” diyor GİDE;
Dostoyevski, “Sokakta küçük bir çocuğun elinden tutmuş yanında karısı olmayan bir adam görse, hemen bir dram düşünür. Farz edin ki bu çocuğun annesi ölmüş olsun. Adam bütün hafta çalışır, yavrucak ise ihtiyar zavallı bir kadının elinde hırpalanır. Bir apartmanın bodrum katında yaşarlar. O gün pazardır. Adam çocuğu ölen karısının kız kardeşine götürüyor.
Dostoyevski, romanda çok rolü olmayan bu teyzenin, “küçük bir subayla evlenmiş olmasını istiyorum.” diyor. Peki, neden? Diye sorduklarında, yanıtı şu:
“Çünkü bir generalle evlendirse, romanın sefalete dayanan bütün o büyülü örgü sistemi temelden yıkılacaktır. Romancı romanındaki kadınları ne onların, ne de kendi beğendiği bir erkekle evlendirir. Çünkü içinde yaşadığı sürecin sosyolojik hastalığını başka türlü yansıtılamaz. Dolaysıyla masala kaçmayan her romanın kanunu yaşamın kanunudur, diyebiliriz.
Ne var ki bu bilgiler asıl söylenmek istenenleri çözmeye yetmez. Çünkü çocuğu teyzesine götüren bu işçinin yolda gördükleri, içten içe düşündükleri o an yaşamının içinde olan bütün olup bitenler, yani tasarı, fikir, heyecan, davranış ve ruh biçimlerini hangi ölçümlere göre seçeceğiz?
İşte bütün bu sayılan etmenler romanın içinde geçecektir.  Bu etmenlerin her birinin oluşumunda, romancının şuuru olmasa bile, ruhunun dipleri mutlaka büyük işkence çekecektir. Bunları yaratmak pek kolay iş değildir.
Zaten bunun için “Romacılar yalnız yaşar” deyimini kullanırlar.  Doğrudur, çünkü yazmanın özüne sahip bir romancı, kendi kendini analiz nedeniyle, yaratma anının gizli dramını yaşamak becerisini de sahiptir. Bu durum sıradan bir insana göre önemli bir işkence olabilir. Ama yazan kişi için büyük bir sermayedir.
Çok zaman ilham derler ama ben yazma diye tarif ettiğim düşünce içinize düştüğünde, kabaca bir planlamaya bile gerek görmeden yazmaya çalışanlar, romanda amatör düşünenlerdir. Ama bu kişiler, daha çok yazmak için yaşadıklarının en önemli bölümünü seçerler… Ne ki bunun hiç sorgulamasını yapmazlar. Acaba kurguladıkları hikâye bir roman olmaya elverişli midir? Diye düşünemezler bile. Eğer buna gerek duysalardı planlarını yazım açısından her yönüyle açıklığa kavuşturur öyle yazarlardı.

Ben her zaman söylerim; her insanın yaşamında mutlaka roman olabilecek çok güzel anıları vardır, diye. Eğer bu yazılacak konular inandırmaya yetecek bir içtenlikle yazılırsa, sanat değeri yüksek olan güzel bir romanlar olabilir. Özellikle de otobiyografik romanlar…