Roman hakkında genel değerlendirmenin devamı:
Otobiyografik
roman, ülkemizde, pek yaygın olmayan bir yazın türü olmadığı tartışılma
konusudur. Çünkü bazı eleştirmenler bu türün içtenliğine inanmazlar. Bu yöndeki savunmaları da öyledir:
Yazarın kendi
kendini anlatması demek, kendini parçalara bölmek, dahası anımsayabildiği yaşam
parçalarını anlatmak demektir.
Peki, böyle parçalara
bölmekle bunun kendi yaşamından bir bölüm olduğunu nasıl anlayacağız? Ya,
bireysel yaşam parçası değil, toplumsal şuuru, modernizmin, riyanın, yalanın
en adi biçimde kurgulandığı bir yazın ortaya çıkıyorsa, o zaman ne olacak? İşte
bu düşünülenlerin olmaması için yazarken şu ölçüyü unutmamak gerekiyor:
Otobiyografik
konuda sanat bilgisi olmayan kişiler, bu tür romanı çok zor yazarlar.
Böyle
bir savunmanın da ne kadar geçerli olduğunu bilemiyorum. Ama bildiğim ve doğru
olduğuna inandığım bir şey var; o da bugünkü kitap evlerinin raflarını dolduran
roman türünün çok okunanlar sayısı, öteki tür romanlardan daha çok otobiyografi
romanı olmasıdır.
Bu bilginin de ötesinde, romancı kimliğimle bu
yönde öğrenebildiğim bir gerçek de şudur; bir
romancının başkasını anlatmada başarılı olması, ancak kendi gözlemleri,
birikimi ve kendi deneyimlerinin yardımıyla gerçekleşir. Bunu bir başkasının
yardımıyla gerçekleştirmesi olanaksızdır.
Bugün
hepimizin bildiği bir gerçek daha var. O’da günümüzde insan yaşamın tamamını
yazmak, romancı da dâhil olmak üzere hiç kimse için mümkün değildir.
Hele
hele bu yaşamın ayrıntılarıyla hatırlanması çok zordur. Dolayısıyla hafıza
yaşananların hepsini anımsayarak şuurumuza “bunu yaz” diye dikte edemez. O anki
ruhsal yapımıza göre içinden seçmeler yapar. Aradan geçen zaman içinde silinen kayda
değer ayrıntılar da olacaktır. İşte bu değerleri, hayallerimiz doldurur. Bu
nedenle kişi gördüğü ya da yaşadığı bir olayı, başkasına bütün ayrıntısıyla
sıcağı sıcağına hikâye etmek istediğinde hafızasının
kekelediği bölümlerde, hayallerini yardıma çağırmak zorundadır. Çünkü o
kaybı doldurabilecek en büyük etmen ancak hayaldir…
Şimdi
biraz da romanla insan ruhu ve toplum arasındaki ilişkilere göz atalım:
Romanın toplumu ilgilendirme biçimiyle en çok ilahiyatçılar,
hukukçular, edebiyatçılar, estetikçiler, ruh bilimcileri ve sosyologlar
ilgilenirler. Onun da ötesinde bu yönde fikir üreten herkes kendisini
ilgilendiren konunun önemli olduğu savından hareket eder, hatta bu yönde karşısındakiyle
takışmaktan bile geri kalmaz. Bunlar daha çok romanın farklı zamanda izleyicisi
durumunda olan kişilerdir.
Zaman
zaman bu guruplar arasında sanat ve ahlak kavramında, düşüncelerini haklı
çıkarmak için tartışıp mahkemelere/savcılıklara düşenler bile olur. Sonunda hiç
umulmadık cezalar alanlar bile olur. Oysa mahkemelerin bu yönde bir karar verilmesi
zordur, hatta çok anlamsızdır. Çünkü onları cezalandıran yargıçların, güzel
sanatlarla uzaktan ya da yakından hiçbir ilgilisi ya da birikimi yoktur. En
basitinden çok yakınlarında olan bir müzeyi gezip konu hakkında bilgi edinmiş olurlar,
sanat ve onu kuşatan ahlak bilimini seçebilirler, bu olup biten olgularda da
uygun karar verirlerdi.
Dolayısıyla
bu konu öylesine karmaşık, adeta çözümlenmek istenmeyen, hep ötelenen bir konudur ki; sadece mevcut
meslek sahiplerinin değil, bütün sanatçıların ortak derdi olur, her halükarda
çözümüne uğraşılırdı. Maalesef öyle
değil. Bırakın sıradan sanatçıları Edebiyatçıların içinde bile, romanın
toplumun ortak bağlarını güçlendirdiğinini anlatan bir yazım değil, aksine bu bağı
yok eden, ortadan kaldıran bir anarşi faktörü olduğu söylenmezdi...
Öyle
de olsa, ahlaki olmayan ama sosyolojik olarak
şöyle bir yargı örneğine varmak mümkün olabilirdi.
Örneğin
birçok romanın konusu; evinden ayrılması bile düşünülemeyen, adeta soluk
almasına zor izin verilen erişkin bir kızın, nasıl gizli bir aşk yaşadığı,
sonucunda dokuz aylık hamileliğinin nasıl gerçekleştiği konusunu bile normal
bir olay gibi savunan romanların varlığı bilinir.
Macera
romanı, aşk romanı gibi yazımlar bazen zina işleyen kadını anlatırlar. Bu tür
anlatımlar çok zaman “kişi isteğini, yaptığına karşı savunma fikrini
öne çıkarır. Dolaysıyla olması istenilen toplum düzenine karşı, neredeyse
düzensizliği savunup, onun yanında yer aldığı biçime dönüştüğü fikrini ileri
çıkar. En kötüsü de insanlara ruh zayıflığını öğretiyor!” Denilen düşüncedir bunlar daha çok...
Eğer
bu konudaki düşüncemi sorarsanız; İNSAN NE İSE ROMAN DA ODUR! Derim. Eğer onun
yansıtılması okuyanda tiksinti ya da utanç yaratıyorsa, kabahat onu yansıtılması
sağlayan aynada değil, o aynayı kişilerin yüzüne tutanda'dır demek bence daha
mantıklı bir düşüncedir.
Aşk bir tutkudur!
Bunu yaşayanlar birbirlerini ölürcesine istiyorlar. Peki, bu olguda inkar götüren
ne vardır?
Ben neden
bulamıyorum. O zaman böylesi bir olayda sorunu, ruh
zayıflığı diye değerlendirenler bu tür kararları düşünsünler. Romancılar ve
okuyucular değil!
Aslında
şunu da söylemek mümkün; bu iddiaları savunanların karşısında, toplum sessiz
kalıp, savunma gereği dahi duymamıştır. Belki de “Aşk, kadın erkek herkesin
yaşayacağı bir duygu yoğunludur, ne birey ne de toplum tarafından savunulmaya
ihtiyacı yoktur!” şeklindeki bir düşünceden ötürü bu kanıya varılıp tarafsız
kalınmıştır, olamaz mı?
Romancının
kendisi ile yarattığı kahramanları arasındaki ilişki:
Bütün
romanlardaki tipler (karakterler) küçük ya da büyük ölçekte yalancı ve takma
isimle tipleşen romancının
kendisinden başkası değildir denilen kemikleşmiş bir yargı vardır,
roman edebiyatında. Bu yargı bir yere kadar doğrudur.
-Ama
romancı ona, gerçekliğin maskesini çok ustaca, yani iğretiliği belli olmayacak
biçimde takar, onları en radikal haliyle, (gerçek yaşamdan farkı olmayan
biçimiyle) rolleriyle birlikte süsleyip yaratmaya çalışır.
-Onun
ötesinde usta romancılar, beyninde her zaman birçok kişinin hünerlerini taşırlar.
Bunlar davranıştan tutun da konuşma
biçimine kadar birçok yaşam ölçüsünden oluşurlar. Ama bunların içinde bir
kısmı, kurguya uymadıkları için yazımda kendisine yer bulmadıkları için ortaya
çıkmazlar.
-Eğer
romancı yaşadığı ortamdan, daha deşik bir semt ya da mahallede yaşasaydı, belki
o zaman kendine o rol bulamayan karakterlerden biri bundan yararlanır, herhangi
bir tipleme olarak karşımız çıkabilirdi. Çünkü romancı içinde barındırdığı her
karakterine gönlünden geçen kimliği vererek onlara kimlik kazandırdığı gibi, ün
de kazandırır.
Bu
da ancak yeni bilinçler yeni keşiflerle ortaya çıkar. Bu bilinçler ancak onun
yeni yaşamaya başladığı yerlerde olur.
-Romanlarda
realist bir tarafsızlık olmasa bile, bu ölçüye yaklaşıldığı oranda tarafsızlık
prensibine uyulduğu söylenebilir. Bu ölçüyü daha çok modern romanlarda görmek
mümkündür.
Romanı oluşturan
belge ve bilgilerin oluşturulması tekniğin sorunudur. Ama sosyal yönü düşünüldüğünde
(Yani içtimai yönü) aklımıza ilk gelecek olan yansız yönsüz anlamında pasifliktir,
yani tarafsızdır. Bu söze şöyle açıklık getirelim.