6 Ocak 2016 Çarşamba



Roman hakkında genel değerlendirmenin devamı:

Otobiyografik roman, ülkemizde, pek yaygın olmayan bir yazın türü olmadığı tartışılma konusudur. Çünkü bazı eleştirmenler bu türün içtenliğine inanmazlar.  Bu yöndeki savunmaları da öyledir:
 Yazarın kendi kendini anlatması demek, kendini parçalara bölmek, dahası anımsayabildiği yaşam parçalarını anlatmak demektir.
Peki, böyle parçalara bölmekle bunun kendi yaşamından bir bölüm olduğunu nasıl anlayacağız? Ya, bireysel yaşam parçası değil, toplumsal şuuru, modernizmin, riyanın, yalanın en adi biçimde kurgulandığı bir yazın ortaya çıkıyorsa, o zaman ne olacak? İşte bu düşünülenlerin olmaması için yazarken şu ölçüyü unutmamak gerekiyor:
Otobiyografik konuda sanat bilgisi olmayan kişiler, bu tür romanı çok zor yazarlar.
Böyle bir savunmanın da ne kadar geçerli olduğunu bilemiyorum. Ama bildiğim ve doğru olduğuna inandığım bir şey var; o da bugünkü kitap evlerinin raflarını dolduran roman türünün çok okunanlar sayısı, öteki tür romanlardan daha çok otobiyografi romanı olmasıdır.
 Bu bilginin de ötesinde, romancı kimliğimle bu yönde öğrenebildiğim bir gerçek de şudur; bir romancının başkasını anlatmada başarılı olması, ancak kendi gözlemleri, birikimi ve kendi deneyimlerinin yardımıyla gerçekleşir. Bunu bir başkasının yardımıyla gerçekleştirmesi olanaksızdır.
Bugün hepimizin bildiği bir gerçek daha var. O’da günümüzde insan yaşamın tamamını yazmak, romancı da dâhil olmak üzere hiç kimse için mümkün değildir.
Hele hele bu yaşamın ayrıntılarıyla hatırlanması çok zordur. Dolayısıyla hafıza yaşananların hepsini anımsayarak şuurumuza “bunu yaz” diye dikte edemez. O anki ruhsal yapımıza göre içinden seçmeler yapar. Aradan geçen zaman içinde silinen kayda değer ayrıntılar da olacaktır. İşte bu değerleri, hayallerimiz doldurur. Bu nedenle kişi gördüğü ya da yaşadığı bir olayı, başkasına bütün ayrıntısıyla sıcağı sıcağına hikâye etmek istediğinde hafızasının kekelediği bölümlerde, hayallerini yardıma çağırmak zorundadır. Çünkü o kaybı doldurabilecek en büyük etmen ancak hayaldir…
Şimdi biraz da romanla insan ruhu ve toplum arasındaki ilişkilere göz atalım:
 Romanın toplumu ilgilendirme biçimiyle en çok ilahiyatçılar, hukukçular, edebiyatçılar, estetikçiler, ruh bilimcileri ve sosyologlar ilgilenirler. Onun da ötesinde bu yönde fikir üreten herkes kendisini ilgilendiren konunun önemli olduğu savından hareket eder, hatta bu yönde karşısındakiyle takışmaktan bile geri kalmaz. Bunlar daha çok romanın farklı zamanda izleyicisi durumunda olan kişilerdir.
Zaman zaman bu guruplar arasında sanat ve ahlak kavramında, düşüncelerini haklı çıkarmak için tartışıp mahkemelere/savcılıklara düşenler bile olur. Sonunda hiç umulmadık cezalar alanlar bile olur. Oysa mahkemelerin bu yönde bir karar verilmesi zordur, hatta çok anlamsızdır. Çünkü onları cezalandıran yargıçların, güzel sanatlarla uzaktan ya da yakından hiçbir ilgilisi ya da birikimi yoktur. En basitinden çok yakınlarında olan bir müzeyi gezip konu hakkında bilgi edinmiş olurlar, sanat ve onu kuşatan ahlak bilimini seçebilirler, bu olup biten olgularda da uygun karar verirlerdi.  
Dolayısıyla bu konu öylesine karmaşık, adeta çözümlenmek istenmeyen,  hep ötelenen bir konudur ki; sadece mevcut meslek sahiplerinin değil, bütün sanatçıların ortak derdi olur, her halükarda çözümüne uğraşılırdı.  Maalesef öyle değil. Bırakın sıradan sanatçıları Edebiyatçıların içinde bile, romanın toplumun ortak bağlarını güçlendirdiğinini anlatan bir yazım değil, aksine bu bağı yok eden, ortadan kaldıran bir anarşi faktörü olduğu söylenmezdi...
Öyle de olsa, ahlaki olmayan ama sosyolojik olarak şöyle bir yargı örneğine varmak mümkün olabilirdi.
Örneğin birçok romanın konusu; evinden ayrılması bile düşünülemeyen, adeta soluk almasına zor izin verilen erişkin bir kızın, nasıl gizli bir aşk yaşadığı, sonucunda dokuz aylık hamileliğinin nasıl gerçekleştiği konusunu bile normal bir olay gibi savunan romanların varlığı bilinir.
Macera romanı, aşk romanı gibi yazımlar bazen zina işleyen kadını anlatırlar. Bu tür anlatımlar çok zaman “kişi isteğini, yaptığına karşı savunma fikrini öne çıkarır. Dolaysıyla olması istenilen toplum düzenine karşı, neredeyse düzensizliği savunup, onun yanında yer aldığı biçime dönüştüğü fikrini ileri çıkar. En kötüsü de insanlara ruh zayıflığını öğretiyor!” Denilen düşüncedir bunlar daha çok...
Eğer bu konudaki düşüncemi sorarsanız; İNSAN NE İSE ROMAN DA ODUR! Derim. Eğer onun yansıtılması okuyanda tiksinti ya da utanç yaratıyorsa, kabahat onu yansıtılması sağlayan aynada değil, o aynayı kişilerin yüzüne tutanda'dır demek bence daha mantıklı bir düşüncedir.
Aşk bir tutkudur! Bunu yaşayanlar birbirlerini ölürcesine istiyorlar. Peki, bu olguda inkar götüren ne vardır?
Ben neden bulamıyorum. O zaman böylesi bir olayda sorunu, ruh zayıflığı diye değerlendirenler bu tür kararları düşünsünler. Romancılar ve okuyucular değil!
Aslında şunu da söylemek mümkün; bu iddiaları savunanların karşısında, toplum sessiz kalıp, savunma gereği dahi duymamıştır. Belki de “Aşk, kadın erkek herkesin yaşayacağı bir duygu yoğunludur, ne birey ne de toplum tarafından savunulmaya ihtiyacı yoktur!” şeklindeki bir düşünceden ötürü bu kanıya varılıp tarafsız kalınmıştır, olamaz mı?

Romancının kendisi ile yarattığı kahramanları arasındaki ilişki:

Bütün romanlardaki tipler (karakterler) küçük ya da büyük ölçekte yalancı ve takma isimle tipleşen romancının kendisinden başkası değildir denilen kemikleşmiş bir yargı vardır, roman edebiyatında. Bu yargı bir yere kadar doğrudur.
-Ama romancı ona, gerçekliğin maskesini çok ustaca, yani iğretiliği belli olmayacak biçimde takar, onları en radikal haliyle, (gerçek yaşamdan farkı olmayan biçimiyle) rolleriyle birlikte süsleyip yaratmaya çalışır.
-Onun ötesinde usta romancılar, beyninde her zaman birçok kişinin hünerlerini taşırlar. Bunlar davranıştan tutun da konuşma biçimine kadar birçok yaşam ölçüsünden oluşurlar. Ama bunların içinde bir kısmı, kurguya uymadıkları için yazımda kendisine yer bulmadıkları için ortaya çıkmazlar.
-Eğer romancı yaşadığı ortamdan, daha deşik bir semt ya da mahallede yaşasaydı, belki o zaman kendine o rol bulamayan karakterlerden biri bundan yararlanır, herhangi bir tipleme olarak karşımız çıkabilirdi. Çünkü romancı içinde barındırdığı her karakterine gönlünden geçen kimliği vererek onlara kimlik kazandırdığı gibi, ün de kazandırır.
Bu da ancak yeni bilinçler yeni keşiflerle ortaya çıkar. Bu bilinçler ancak onun yeni yaşamaya başladığı yerlerde olur.
-Romanlarda realist bir tarafsızlık olmasa bile, bu ölçüye yaklaşıldığı oranda tarafsızlık prensibine uyulduğu söylenebilir. Bu ölçüyü daha çok modern romanlarda görmek mümkündür.
Romanı oluşturan belge ve bilgilerin oluşturulması tekniğin sorunudur. Ama sosyal yönü düşünüldüğünde (Yani içtimai yönü) aklımıza ilk gelecek olan yansız yönsüz anlamında pasifliktir, yani tarafsızdır. Bu söze şöyle açıklık getirelim.



           ROMANI AŞK MEKTUPLARIYLA BEZEYEN YAZAR

                                        MEHMET YAZICI

Sayın Yazıcıyla, 2011 yılında Türkiye Yazarlar Birliği İzmir Şubesinin tertiplediği bir söyleşi de tanımıştım. Diyeceğini, hiç sakınmadan, her türlü eleştiriye göğüs gerebilen bir olgunluğunu görüp, iyi bir yazın dostu kazandığımı düşündüm, açıkçası... Hatırlarsa o söyleşide, fikirlerini bir takım dini ve felsefi söylemlere dayandırmış, ben de bunun devamlı yapılmasının doğru olmadığını belirtince, biraz kırılır gibi olmuş, sonradan da bu söylemimin neye dayandığını araştırıp –haklı olduğumu ifade edebilecek kadar da dürüst olduğunu anladım. Ara sıra yine aynı kurumun söyleşilerinde karşılaştık. Bir ara “Abi, bir roman çalışmam var, gözden geçirebilir misin?” deyince ilgiyle karşılayıp, “elbette” dedim. Çünkü İlahiyatçı olan bu kardeşimin, toplantılardaki edebiyat yorumlarından duyduğum sevinci, acaba roman çalışmalarından da duyabilecek miyim? Diye bir sorgulama geçti içimden… Çünkü üstadın yaşam felsefesi, az da olsa bize göre değişikti. Bu farklılıklar acaba nerde, ne ölçüde harmanlanıp, bizlere yazılı edebi bir sunum olarak nasıl dönecek diye düşünüyordum. Açıkça söylemem gerekirse, Kaygı verici bir fikirle karşılaşmadım. Gayet aydın, düşüncelerine (haklılığı ölçüsünde) anında açıklık getirebilen, en doğrusu da ne yaptığını çok iyi bilen bir üslupta gördüm Sayın Yazıcıyı... “YAKILAMAYAN MEKTUPLAR” adındaki roman orijinalini çevre baskısıyla, uzun süre meydana çıkaramadığını ama asıl sorunun çevreden kaynaklanan baskı değil, mesleki etik kuralları olduğunu da ince bir nüansla okuyana sezdirmeye çalışıyordu. Neden ne ise ne, ama o sıkıştırılmış bir nesnenin (özellikle de duygusal ağırlığı olanın) uzun süre bir yerde muhafaza edilemeyeceği gerçeğini sosyolojik ve pedagojik ölçülere göre de doğru olmadığının bilincinde, eğer yaşanmışlıklarda bireysel ya da toplumsal bir değer varsa bunun paylaşılması gerektiği düşünüp kitabını yayınlamıştı…
Belirli bir zamanın geniş bölümünü yansıtan “Yakılmayan Mektuplar” tema olarak duygusal bir içerik taşımakta… Açıkçası güzel ve ilkeli bir aşkı; sevinçleriyle, üzüntüleriyle, heyecanlarıyla özellikle de feragat yönüyle tatlı, duru ve insanı sürükleyen bir nitelikle öykülenmekte… Gelenekler, görenekler, yöresel anlayışlar (kriterler) de var temada. Özellikle Karadenizli bir gençle, Aydınlı bir gencin sevda anlayışlarının yüze çıkarılışı, onunda ötesinde, değerlendirme ölçüsünde ne kadar farklılıklar olsa bile aşkın hipotenüsünde birliğin sağlanması gerçekten okumaya değer bir yazım.
Kitabın düzeltisini ben yaptım. Basımı da Sam yayınlarınca gerçekleştirildi. Elinize aldığınızda okkalı bir nitelik taşıdığını göreceksiniz ama onun esas okkalığı, dış görünüşünden çok içinde verilen bilgilerin niteliği ve çok anlam taşımasında… Belki süper bir fizyolojik eforu yok ama okuyana anlatılan konuların dinsel süzgecin içinden de geçirilerek tatlı, zaman zaman mistik bir algı niteliği taşıması, bence okumaya değer olduğunun en güzel yanı… Her şeyin varlığı kadar, yok oluşunun da bir anlamı olduğu, işte bu anlamın bile büyük bir değer ifade ettiği, o nedenle bütün yaşanmışlıklara insanların saygı göstermesi gerektiğinin vurgulanması küçümsenemeyecek bir felsefi yaklaşım. İşte benim yüreğimi baskılayan da bu yönü. Bakın, bu söylemimde haklı olduğumu göreceksiniz. Sayın Yazıcının deyişine göre YAKILMAYAN MEKTUPLARIN içeriğinin ölçüleri nasıl planlanmış:
 Vuslatı almadan, gönül mahzeninde otuz yıl saklanan, saf temiz ve günahsız bir aşkın haykırışı,/ tahterevalliye benzeyen bir dünya hayatının ilginç bir palanlı rastlantısı /günlük hayatın gerçek yaşanmış tablolarına tanık olma / İki neslin bir gönül macerası… Bırakın kitabın tamamını bu konu başlıklarını okumak bile insanı daha kitaba başlamadan heyecanlandırıyor. Bunların dışında romanın kurgusu oldukça iyi planlı yapılmış. Özellikle Mektuplu roman olmasının ilkesine çok güzel uyulmuş. Dolaysıyla blog halinde verilmiş mektuplar. Bu bir kuraldır. Dahası mektuplu romanın dünya edebiyatında kabul gören en güzel sürümüdür. Sonra karakterler, ismiyle hitap edilmesi bile onun içdünyasının ne olduğunu adeta haykırıyor insanın yüzüne. İnanç konusundaki totemden öte saygı gerektiren söylemler bir gülün üzerine serpilmiş su damlaları kadar etkileyici ve güzel görünüyor. Hikayenin tamamından çok, yeri geldiğinde göze çarpması yaşamın her yönüyle güzel olduğu vurgusunu anımsatıyor insana… Hangi yönden bakarsanız bakın, gerçekten ben böylesine karma bir bilgi birimi olan kişinin, bilgilerin hiçbirinin ucunu kaçırmadan, bizlere okunacak ölçülü bir roman çıkarmasından mutlu olduğum kadar severek de okudum. Dili, diyalogları ve dil kuralları, hepsi yerinde… Belki elinize aldığınızda kapak kompozisyonundan pek bir şey anlayamayacaksınız ama sayfaları çevirmeye başladığınızda YAKILMAYAN MEKTUPLARI çok beğeneceksiniz, bittiğinde de böyle bir yaşamı ben de yaşadım/ yaşayacağım duygularıyla sevgili Mehmet YAZICI’YA teşekkür edeceksiniz. Teşekkür ederim Mehmet Yazıcı, okuyucularına böyle güzel bir eser kazandırdığın için. Sizi kutlarken başarılarınızın devamını diliyorum.

Mehmet Yazıcı
Yakılmayan Mektuplar
Sam Yayınları


1 Ocak 2016 Cuma


ROMANDA ESTETİĞİN EŞİĞİNDEN GİRMEYE ÇALIŞAN GENÇ BİR YAZAR
                MERAL CAN ULUDAĞ
                Sevgili Can’la uzun zamana yayılan bir dostluğumuz, çalışma arkadaşlığımız var. Onu ilk kez Engelliler Derneğini yayın organı olan YENİ OLUŞUM gazetesinin sorumlu yayın yönetmeni olduğumu süreçte yakından tanıma olanağı buldum. Daha önce de fuarlar nedeniyle tanışmıştık ama gazete çalışma süreci kadar yakından tanışmamıştık. Gazetede yazı yazacağını, özellikle toplumsal yaşamı işleyeceğini da söyledi. Mutlu oldum. Tabii hemen ona bir yer açtık gazetede. Şu an ne kadar bizimle çalıştığını hatırlamıyor olsam da uzun bir süreç olduğundan eminim. Onun asıl o zaman sanatı hakkında çırpınışına tanık olmuş, başarabilmek için kılı kırk yardığını görmüş, “istersen yardım edebilirim” demiştim.
İnsanları sevmede kendine özgü bir anlayışı olan Meral CAN, ayni zamanda iyi bir şairdi. Yanılmıyorsan üç şiir kitabı vardı. Ama o bununla yetinmiyor, daha fazlasını, daha olağanüstüsünü istiyordu. Bu çok istediği şeyde romandı… “Acaba o aralar, dünyanın en soyut edebiyatının şiir olduğu söylenseydi, yine de roman yazar mıydı?” diye sorulsaydı, sanırım yine “evet” derdi, Meral. Çünkü onun yaşamında şiir çok özel bir estetik yapıya sahip olsa da, yüreğindeki sorgulamaları yeterince yüze çıkaramıyordu. “Ben” diyordu, “beni, kendimi ve yaşamımı sorgulayıp, topluma yanlış veya doğru yönde gerçek bir yaşam örneği aktarmak istiyorum. İnsanlar bunu okuyunca yine doğru ve yanlış konusunda seçim yapabilsinler. Sonuçta doğruyu bulmak ve uygulamak da değerli bir erdemdir, denesinler... Böyle bir olaya neden olmak da, görevlerin en güzelidir.” Doğrusu söylediklerinde onu haklı bulmuştum. Çünkü şiir soyut bir edebi değerdir. O nedenle imgesi daha çok yaşanmak istenilen/istenmeyen tutkuların hayalidir. Oysa roman kurgu da olsa gerçek bir yaşamdan yola çıkılmışlığını mutlaka kitabın bir yerinde vurgular… Yani imgesi genelde gerçek düşlerin ürünüdür. O süreçte bunları aktarmıştım sevgili Meral’e… Belki de benim bu söylemimden roman yazamazsın anlamı çıkarmıştı. Bilmiyorum ama ben o manada değil, daha çok uğraş isteyen, araştırma gerektiren, bilgi birikimi gerektirdiği gerekçesiyle söylemiştim. Gerçek de öyleydi, orta ölçekli bir roman bir yıldan önce yazılmıyordu. Bu da sabır ve masaya bağlılık gerektiriyordu. Oysa Meral yapı olarak enerjik bir yapıya sahipti… Belki de benimle bu yönde bağ kuramayacağını düşündü, kim bilir? Sonuçta iki yıla yakın bir süreç uzak kaldı benden.
Derken bir gün ona Facebook’ta rastladım. Merhabalaştıktan sonra derdinin yeniden depreştiğini, mutlaka romanı yazması gerektiğini, kendisine yardım etmemi söyledi. Zaten ret etmen imkânsızdı. Arkasından elinde yazılmış bir roman denemsi olup olmadığını sordum, var dedi. İnternetle gönderdi. Okuyunca apışıp kaldım. Aslında çok güzel bir içkonuşma ve zıtlıklar tutanağıydı gelen yazılar. Hikâyenin nereye gittiği de rahatlıkla okunabiliyordu. Bunu kendisine söyledim çok mutlu oldu. Amacım biraz da onu bu yönde yüreklendirmekti. Daha sonra romanın özet hikâyesini çıkardık, olayları yer ve zaman göstererek işlemeye başladık. O yazdıkça bana gönderiyor, ben de düzeltip geri gönderirken yanlışları ve doğruları renkli kutularda açıkça gösteriyordum. Bu çalışma biçimimiz nerdeyse yedi ayı geçen bir süreyi buldu… Sonuçta bu işin sandığı kadar kolay olmadığını, bir yolculuk anında bile diz üstünde yazılabilen şiirin (ki aslında şiiri küçümsediğimden değil, çalışma koşullarının zorluğu nedeniyle) karalama taslağından çok farklı olduğu gerçeğini çıkardığını söyledi. Bundan ötürüdür ki, roman için iki sefer İzmir’e geldi.  Bu gelip gitmeleri onu romanına biraz daha bağlıyor, bu bağlılığa izafeten de final bölümünü İzmir de sonuçlandırmıştı… Bu yönde kendisine teşekkür etmeliyim.Çok güzel bir kadirşinaslık örneği sergilemiş.
Romanın tamamlanış açısının ardından biraz da içerikten söz edeceğim. Çünkü bu söyleyeceklerim, romanın okuyucu ile yakınlaşmasını/buluşmasını sağlayacaktır. Çünkü dostumun kitabına güveniyor tavsiye ediyorum.
Kitabın anlatım dili çok sade! Anlaşılır bir üslubu var. Kurguladığı olayları dolambaçlı yollara saptırmadan yalın şekilde özetliyor. Zaman zaman kullandığı devrik cümleler olayın akışını keser gibi gözükse de, bu durum okura uzun uzun yol göstermeden öte adeta –kardeşim, ister beğen, isterse beğenme ama bu iş böyle- dercesine alaysımalı bir ifadeye dönüşüyor. Tabi bu tür ironik tavırları sergilemek romanda çok önemli, çünkü söylenilenden ders çıkarılabileceği gibi, yapmasan da olur tavrıyla adeta okuyanla oyun oynuyor Meral Can… Günümüz insanı böyle post-modern olayları daha çok seviyor. Çünkü çalışma sürecinin ağırlığından, uzun uzadıya yapılan anlatımlardan hoşlanmıyor. Onlar az ve öz ama duygusal yönde de derinliği olan anlatımlar istiyor… Kanımca bu gerçeği bilerek böyle bir anlatımı tercih etmiş Meral Can. Dolayısıyla bu davranışı yaptığı işi benimsediğinin özel bir kanıtı! Baştan savma bir iş değil.
“Edebiyat, karma düşünceden tamamen bağımsız kalarak, yasakların ortaya çıkarılması oyununu çok güzel oynar, gerçeğini çok güzel yansıtmış Meral. İki başkahramanın geleneksel yaşamın içinden bir şekilde sıyrılıp değişik yollardan aynı yere gitmeleri, ama ikisinin de bu gerçeği bilmediği, yıllar sonra tesadüfen yeniden beraber olmaları aşkın kanun tanımazlığını çok güzel yansıtıyor ve başta söylenen savı da destekliyor... Burası romanın kırılma noktası aynı zamanda… Bunu sezdirebilmek ustalıktır.
Giriş başlığında “estetik” dedim. Doğru. Çünkü Meral Canın romanı birey gerçeğini yansıtsa da, edebiyatın estetik ayağına daha yakın. Bana kalırsa bu yakınlık ya da yatkınlık onun şair olmasından ve şiiri yapısal olarak çok iyi okumasından kaynaklanıyor. Yoksa şiir üslubuyla kolay roman yazamaz. Bu gerçeği bilmek gerekir. Bunu da “ RUH TUTULMASI” adlı kitabındaki –metin her şeyi söylemez. Yani sözün gidebileceği yere kadar gider. Orada başka bir yer başlar. İşte bizi oraya artık kelimeler değil, yazımın yapısından esinlenen renk, çizgi, ışık gibi simgesel unsurların özel ahengi götürür- gerçeğini çok güzel yansıtmaktadır. Bu gerçek bize ancak estetik vurguyla kendini belli eder. İşte bu özelliği Meralin romanında gördüğüm için böyle söyledim. Gönlümden geçen şu ki; eğer roman konusunda dersine iyi çalışırsa o, - yapılarında bulunan belirsizlik yerleri tamamlanmamış, puslu bir görünüş iktifa etse bile, asırların birbirlerine devredeceği, sönmek bilmeyen ışıklı romanlar yazabilecek nitelikte bir romancıdır. Çünkü o, romanını duygu yoğunluğu ile yazmakta, duygunun derinliklerine inerek asıl ayrıntıyı o derinliklerde aramaktadır. Bu özellikleri RUH TUTULMASI romanın dokuları arasında oldukça fazla gördüm ve estetik sözcüğünü o nedenle kullandım. Ve… ve severek gerçek duygularımı yeniden sorgulama gereği duyarak okudum. Sizlerin de RUH TUTULMASINI okuyarak böyle bir gerçeği yakalayacağınızı umuyorum. Lütfen bu güzel duyguları yaşayın.
Gelecekteki nice estetik romanlara sevgili Meral Can, kutluyor ve başarının daim olmasını diliyorum.
RUH TUTULMASI
Meral CAN ULUDAĞ

Molakitap yayınları